15 Aralık 2010 Çarşamba

Ortalarda yoktum...

Merhabalar,
ortalarda yoktum çünkü kızımla "uyku aslında çok güzel bir haldir, içinde bir süre kalmalısın" adlı seanslar yaşıyoruz. 3 aylık kızımız Su günde 9 saat uyuyordu. Bu büyük insanların bir kısmı için dahi az kalabiliyor. O daha mini mini bir bebek ve "bebekler uyurken büyür" deyişi kulaklarımda onun her uykuya dalamazkenki sızlanışlarında çın çın çınlıyor... Aramadığım arkadaşım okumadığım internet sitesi kalmadı. Kucakta sallaya, gezdire, hoplata, attıra tuttura, rezeneler, çaylar, dolu karınla uyutma vb... bir şekilde sızdırıyoruz her gece ama inanın geceler hiç gelmesin istiyorum çünkü her gece saat 7de "bu gece acaba ne kadar sürecek?" diye beklediğim kabus dakikalar başlıyordu.

Son bir iki haftadır gündüz esnemeye başladığı gibi kapıp karanlık odamızda kurduğumuz salıncağa daha ağlamaya fırsat buamadan yatırıp şarkılar söyleyip uykuya daldırmayı başarır oldum. Bu yöntem bazen aksasa da çoğu zaman 45dklık- 1 saatlik ara uykuları yakalayabildik. Ama akşam uykuya dalışlarımız kolaylaştı dersem şu an için fazla iyimser bir gözlem olur. Çünkü son 4 gündür gece ancak 22de uyuyup, sabah 3,5da tam açık gözler ve kocaman bir ağız dolusu gülücükle uyanıyoruz. Uykumuz nasıl olduysa bitmiş gibi duruyor, emzirdikten ancak 1-2 saat sonra sabah ezanıyla yatabiliyoruz ki bu da 1 ay sonraya çalışmaya başlayacak benim için hiç de iyi bir düzenin habercisi değil...

Şimdilik Tracy Hogg arkadaşımıza sevgilerimi(!) gönderirken "E.A.S.Y" actually is not very easy " diyorum. Ve mektubumu "Dr.Sears metotlarına bir bakalım artık" diyerek kapatıyorum:) bakalım kendisi neler neler buyurmuşlar...

Bence her çocuk ayrı bir macera, acık ondan acık bundan kendi ağız tadımıza uygun bir deneyim yaratacağız galiba. Bakalım bu arayış ne kadar sürecek... şimdiye kadar önümüze sunulan tatları kızım pek beğenmedi:)


Sevgiler...

25 Kasım 2010 Perşembe

Kurban bayramı etkinlikleri

Sevgili okurlar,

bayram tatili geldi geçti, güzel anılar kaldı. Bayramın ilk günlerinde şehirdeki büyüklerimizin bayramlarını kutladık. Bir kaç saatlik aralarla pek çok farklı yüz ile karşılaşan Su biraz yoruldu ve farklı duraklarda uyuklayıp uyandı. Zaten çok hassas olan dengeler iyice sarsıldı... Ancak şükür ki gece uykularımız bozulmadı.

Bayramın 3. günü eşimin ve evlendikten sonra benim de artık kütüğüne kayıtlı olduğum :) Uzunkuyu köyüne, kayınvalidemlere gittik. Orada da eşimin babaannesinin elini optük. Dedemiz ve babaannemiz Su'yu pek büyümüş buldular, Ramazan bayramından beridir gidememiştik. Pek çok yakınımız kızımızı görmeye geldi. Su da karşılığında tüm şirinliğiyle tribünlere oynadı, sıkılmadan sakin sakin kucaktaqn kucağa gezdi, yeri gelince de bol bol da gevezelik etti. Gün boyu hoş bayram sohbetleri edildi.

Gece kuzinede pişen yemekler aynı zamanda evi ısıttı. Odamızda da sobayı harlatınca zaten yumuşak olan havada iyice ter döktük:) İkinci gece sadece kuzinenin yeteceğine kaanat getirdik.

Hava ve evimizin neşesi o kadar güzeldi ki cuma gecesi dönüşü cumartesi sabahına erteledik. Sobanın üstünde ısınan ekmeklerimize tereyağlarını ve salça sürüp hurma siyah zeytin eşliğinde keyifli bir kahvaltıdan sonra, Su tekrar sabha mayışmasını yaşarken dönüşe geçtik...




20 Kasım 2010 Cumartesi

Kuzenimin doğumgünü

Selamlar,
geç oldu biliyorum ama Su ile bazen dalıp gidiyoruz derinlere ve yüzeye çıkmam zor oluyor. Bu ismi verirken bu kadar metafor yaratabileceğimi düşünmemiştim:)
Kuzenim Onur'un doğumgünü ertesinde güneşli bir pazar gününü amcamın Kemalpaşa'daki evinde geçirdik. Annemler, yengemler, kuzenlerim...eğlenceli, dinlendirici, çok güzel bir gün oldu.



Kızımız yeni yeni çiçekler gördü, babasıyla masmavi gökyüzün altında tertemiz çam ormanı havasınde yürüyüşler yaptılar, pek güzel vakit geçirdik... işte bazı anlar:)









10 Kasım 2010 Çarşamba

Irmak Su'ya kavuşunca...

Selamlar,
dayımın oğlunun minik kızı Irmak ile Su geçenlerde - Irmak'ın kreşe gitmediği Salı günü:) - buluştu. Su çevresindeki enerji topunun ona ne kadar sevgi dolu üsrprizler hazırladığınınfarkında değildi ama ben çok etkilendim.
3 yaşını doldurmaya yaklaşan Irmak onlara gideceğimizi duyunca Su'ya yatacak yer hazırlayan annesine en yumuşak, Su'yun oynayabileceğini düşündüklerini kucaklayıp getirmiş, yatacağı yeri süslemişler... Irmak'ın arkadaşları kimler mi? kırmızı köğek, yeşil dinozor, mavi fil, büyük uzun boyunlu ördek...

Emzirme merasimim için ise ayrı bir odada bize köşe hazırlayan süpersonik ev sahiplerimiz yine oradaki yatağın da çevresine capcanlı renkteki oyuncak koleksiyonunun bir kısmı ile hayat kazandırmışlar.



Irmak Su'dan umduğu ilgiyi henüz bulamadıysa da halası ile bir güzle oyun hamurlarıyla oynadılar, bize arkadaşlarını anlattı ve beni soru yağmuruna tuttu:) "Neden" döneminde olan prenses hem çok temiz ve hem çok bilmiş... nasıl oluyor da oluyor ikisi birden oluyor anlayamıyorum bazen...
Giderken de anı yaratmayı unutmadık, halası ile Irmak hemmen pozlara başladılar. Keşke ben de bu bahsettiğim mekanları hemen kaydetseymişim ama kucağımdan inmek istemedi evin en miniği Su kızım...






6 Kasım 2010 Cumartesi

güneşli günler gezileri

inadım inat sevgili okurlar,

dandik kaldırımlarda yolculuğun bazen naskar rallisine dönmesine ve saygısız bilinçsiz şoförlere rağmen annemle bir olup kızımı kaptığımız gibi güneşin kış bulutlarına yenik düşmediği bu son günleri değerlendirmeye çalışıyoruz.

Evimize yakın sayılabilecek bir mesafede çok sessiz, sakin, neredeyse sadece çevresindeki apartmanların bildiği bir park var. Hemen hergün oraya gidip oradan sonra ister bostanlı merkeze kadar, bazen abartıp yasemin kafeye kadar, bazen de faideli işler peşine düşüp marketi de dönüş rotamıza katıp kızımızı önümüze katıp yollara düşüyoruz.
İşte bu gezilerden bazı anılar...



23 Ekim 2010 Cumartesi

atla arabana gidelim kızım!!!

Merhaba,
Bugün, geçen pazar aldığımız ve haftaiçi sadece evde tur atmakta kullanabildiğimiz arabasıyla kuzum ilk kez dışarı çıktı. Çıktık çıkmasına da ülkemin 3. büyük şehrinin en güzide diye geçinen semtlerinden birinde şehirciliğin ne kadar gelişmiş olduğunu görüp, ben diyim bin siz diyin on bin kez bastım küfürü (İçimden tabii, ne de olsa kız çocuğu yetiştiriyoruz:) Şaka bir yana ama sinirlenmemek elde değil. Kaldırım yapılacağı, kaldırımda nelerin olacağı ve nasıl kimler tarafından kullanılacağı yollar yapılırken maalesef unutulmuş. (Arabadayken de "bu Girne caddesini yeniden düzenleyenler araba kullanmasını bilmiyor kesin!" diye düşünüyoruz, o da ayrı bir gönderi konusu...)

Annemle evimizden Karşıyaka iskele karşısındaki Özsüt'e kadar gittik ama ara sokaklarda giderken o kadar çok tıngırdadı ki bebek arabası, resmen korktum kuzum korkudan ağlayacak yada tekerleklerden biri fırlayıp kopacak diye. 50 cm enindeki kaldırıma logar, elektrik kapağı, ne üdüğü bilemediğim bir kaç kapak daha ard arda farklı hizada açılmış ve farklı yüksekliklerde kalmış. Yoldan gitsem de aynı saçmalık devam ediyor.

Eve dönünce asıl düşündüğümüz bu yollarda tekerlekli sandalyeyle dolaşmak zorunda olanların hali oldu. Bebek arabasında geçirilen zaman kısıtlı ve geçici. Ancak herhangi bir sakatlanma durumunda hayatının geri kalanını evde geçirmeye mahkum ediliyor insanlar. Maalesef gittiğim hiç bir Avrupa ülkesinde bu kadar kötü kaldırımlar, kaldırım yol birleşimleri, yol çalışmalarındaki geçici inşaat halindeki görüntüler benzerini görmedim. Yolda yürürken çokça kanıksadığımız inşaatlarla mutual yaşamımız aslında son derece tehlikeli ve en azından sağlıksız. İnşaat kenarından geçerken herhangi bir kaza yaşamamızın an meselesi olduğu pek çok yerden muhabbetin en koyusuyla tehlikeyi fark etmeksizin geçip gidiyoruz. Bunları görüp bebeğimi bu durumda zorunda olsam nereden geçireceğim diye düşünmeden edemiyorum. Yada tekerlekli sandalyede olsam kaldırımdan gidemeseydim, yolda kamyonların otobüslerin yanısıra, sokaklarda arabalarla kamyonetlerle yanyana mı gidecektim?

Daha da ağır konuşacağım, o yüzden şimdi kızım bir yarım saat daha izin verirse yatayım yanında...

Acaba bugün deniz kenarında pastanede oturalım derken maruz kaldığımız gürültü mü yordu onu?Durup durup zıplayıp ellerini ayaklarını çırpıp iç geçirerek dalıyor tekrar... Kornaya elleri yapışık gezen gürültü canavarlarına da ayrıca okkalı bir sinir topu yolluyorum, başları ağrıdan kurtulmasın...

"becerebilirsek" sevgiler...

anne sütü, neredesin?

Uzun zamandır yazamadım,

ancak kızım ve onu seyre dalmak tüm vaktimi alıyor desem yalan olmaz:)

Ayrıca "işte bunu mutlaka yazayım" dediğim hiçbirşeyi ekran başında hatırlayamıyorum. O nedenle bu yazım biraz eften püften olabilir.

Geçen haftaiçi kendimi biraz yetersiz ve üzgün hissettiren bir olayı anlatayım. Kızımın kilo alış hızı beklenenden biraz az olduğu için doktorumuz 2 haftada bir kilo ölçümü yapıyor ve en son gidişimizde "eğer aynı şekilde artarsa mama ile destek vermeye başlayalım" demişti. Ben de bu pazartesi sağım makinesi ile tek memeden ne kadar süt geldiğini ölçtüm. Önceki hafta gelenin neredeyse yarısı...diğerini düşünmek istemedim ve hepten moralim bozulmasın diye ölçmedim. Zaten gaz sancılarının yoğun olduğu aylardayız ve sadece meme verince kendini rahat hisseden bebeğimin gerçekten şiddetli bir ağrısı esnasında da "Artık yeter, acaba doymuyor mu gerçekten?" diyerek mama verdim. O beslenince çok mutlu oldum, balık gibi sadece gözlerini açabilir hale geldi. Amma velakin biberonunu yıkarken de gözlerim doldu, şimdiden sütüm azaldı, işe başlayınca tamamen bitecek herhalde diye...

Nedense saçma olduğunu bile bile kendimi eksik, yetersiz, gereksiz gibi hissettiriyor. bebeğim emerken çok huzurlu, şuanda da emdikten sonra uyuyalı 1,5 saati geçti. Ancak yine de yeterince kilo alamazsa hemen mamayla desteğe geçeceğim.

Annem zamanın kanunlarına göre, ben daha 42 günlükken işe başlamak zorundaymış ve "esema" bebek mamasıyla günlerimi geçirmişim. O zamanlar sağma makinesi olmadığından "sütler lavaboya boşu boşuna akardı" diyerek şimdi bile hayıflanıyor.

Bunları yazarken bebeğim yine uykusunda sıçramalarını ve ritmik hareketlerini gerçekleştiriyor.Ben şimdi sırt üstü yatıp kaçan sütleri geri çağırayım...

sevgiler.

14 Ekim 2010 Perşembe

minik bilgiler- seborrheic dermatitis

Selamlar,

bu sefer ki yazım duygulardan çok bilgi içerikli olacak. Eşimle ben yeni doğan bebeğimin sağlığıyla ilgili o kadar çok araştırma yaparken internette aslında pek çok bilgi veren yazının birbirinden kopyalanmış ve o yazının aslının da çoğu zaman maalesef yabancı dilde bir siteden çevirilmiş olduğunu kefedip kızıyorum. 6. haftasının başında yüzünün kaş ve alın bölgesinde başlayan sarımtırak kabuklanma dikkatimi çekmişti ancak o kadar narin cildine herhangi birşey sürmeye de cesaret edememiştim. Yine artık "nedir bu? bulacağım" noktasına geldiğimde türkçe tariflerin birbirine benzediğini fakat çok azının güzel görsellerle bilgileri desteklediklerini gördüm. Ben de "newborn skin disesases" gibi bir kaç arama yaptırıp güzel sitelerle karşılaştım. Hem türkçe hem ingilizce beğendiğim sitelerin adreslerini buyurunuz:

http://www.adhb.govt.nz/newborn/teachingresources/dermatology/BenignLesions.htm

kızımın suratındaki kabuklanmalar da ekteki linkteki hastalık, ama kendi kendine geçen "bening problem" başlığında olduğundan sorun yok:)

http://dermnetnz.org/dermatitis/seborrhoeic-dermatitis.html
http://www.nevdgp.org.au/info/dermnet/seborrhoiec_derm.htm
Bu ekteki de kızımın suratının bayağı hafiflemiş hali, ara ara ataklar gibi bir kötülüyor bir sabah bir şey kalmıyor...



Doktorumuz da seborrheic dermatitis olduğunu doğruladı, kendiliğinden geçecekmiş. kazımamak lazım, bir de vücuduna sürdüğümüz badem yağı özlü bebe yağı vardı, ondan azıcık değdirdim. Bayağı faydası oldu, sarı kabuklanmayı çok azalttı.
Şimdilik bu kadar, görüşmek üzere...

7 Ekim 2010 Perşembe

Gaz sancısı dönemindeyiz...

Sevgili okur,
yinebir ara vermek zorunda kaldım çünkü Su kızım gündüz uyumamaya başladı. Gaz sancıları 7. haftaya girdiğimizden beri peşini bırakmaz oldu. Her emzirmeden sonraki rutin gaz çıkarma seansı artık yeterli olamıyor galiba.Ve bağırsak florasındaki değişim de bunda etkili. Yine internetten okuduğuma göre 3. aya kadar bu sancılar normalmiş.

İşin kötüsü, o sancıyla kıvranıp çığlıklar atınca annem başta olmak üzere tüm ev halkı olarak telaşa kapılıp ne yapıyorsak abidik gubidik yapmaya başlıyoruz. Kısacası ne yapacağımızı şaşırıyoruz, iyice şaşkoloz oluyoruz. Ben yine ilk ağlamalardan sonra artık alıştım ve bunun geçici bir süreç olduğunu kendime hatırlatarak sürekli miniğimin karnını ovup, sırtına patpat yapmaya devam edip ara ara yatırıp bacaklarını karnında toplama hareketleriyle dikkat dağıtarak eşşek gazın kızımın yakasını bırakmasına yardımcı olmaya çalışıyorum.

Bence annenin bu durumlarda metanetini koruması, sesinde sürekli "şefkat" bulundurması yapabileceği en birincil önemdeki hareket. Bu her zaman kolay olmuyor, ilk toğuk kanı alımlarında o ağladıkça ben hüngür hüngür ağlıyordum peşi sıra. Bu gaz sancılarının uzun periyorlarından bazılarının sonu da aynı akibeti getiriyor. Fakat yine de kızımın göz yaşını silip sürekli öpüp yanak yanağa veriyorum. Karnındaki gazı hop diye çekip alamasam da, en azından sıcaklığımızı paylaşarak orada onunla olduğumu hissetirmeye çalışıyorum.
Keşke hep böyle mışıl mışıl melek gibi uyusa da uykusunun en tatlı yerinde lanet gaz gelip keyfini bozmasa...

28 Eylül 2010 Salı

Kısacık ayrılıklar

Merhaba sevgili okur,
bugün çok yakın bir arkadaşımın henüz 11 aylık oğlundan uzakta geçirmekte zorunda kaldığı bir haftaya yakın süreden sonra hissettiklerini ve oğlunda gözlemlediği değişiklikleri okudum. Bloguna yaptığım yorumdan sonra çok aklıma takıldı, acaba yanlış mı anlaşıldım diye, bu konuda yazmak istiyorum belki değişik yorumlar alabilirim...

Henüz 1,5 aylık kızımla evde yapışık ikiz gibi geziyorum. Geçen Nisan ayında tez hocam bir makale ile başvurup kabul aldığım ve 2 gün sonra başlayacak Hindistandaki bir konferanasa gidebileceğim konusunda telkinlerde bulunurken "olur mu? nasıl bırakırım memedeki bebeği 3 gün" demiştim. Demiştim demesine ama içim içimi de kemiriyordu. "Hindistan'a bir daha nerde giderim...hem de ünlü ve konusunun en iyisi akademisyenler orada olacak". Hep "acaba"lar vardı aklımda. "Bir iki günden ne çıkar canım, anneannesi benden tecrübeli, daha iyi bakılacak burada" diye kendimi kandırıp durdum ama hamileliğimin son aylarında vazcaydım. Doğum yaptıktan hemen sonra ve aslında tam da bu bir-iki hafta, doğumdan önce "acaba" diye düşünen aklıma kocaman kocaman şaşıyorum.

Sen nereye Hindistan'a gitmek el kadar bebeği bırakıp. Uyanırken bin bir yüz şekline girip aklımı alan, uyansın da emsin de büyüsün diye seyirlere daldığım, her boğazına birşey kaçırıp tıkandığında çaresizce kollarını "kurtarın" diye açan miniciğimi bırakıp nerelere? Aklıma ona herhangi küçücük birşey olacak diye getirdiğimde hüngür hüngür ağlamaya başlıyorum durup dururken. Kilo alışı sınırda diyen doktordan çıkınca koşarcasına eve gidip sabahtan akşama memede tutmak geliyor artık içimden. Değil Hindistan'a gitmek, ben doktor randevuma emzirmemle ilgili olmasaydı hiç gitmeyecektim.

Asıl bugünlerde beni kara kara düşündüren yeniyıl ile işe nasıl geri döneceğim konusu... Şu anda işe başlamak hiiç ama hiiiçç içimden gelmiyor. Hayat kavgası zorunlu kılmasa kızımın tek dakikasını kaçırmak istemiyorum. Ve biliyorum ki arkadaşım da aynen böyle hissediyor, pek çok anne gibi... Bu sürekli artan, insanın göğsünden taşan sevgi işin bir yüzü...

Bir de işin öteki yüzü, biz annelerin bebekleri hakkındaki korkuları var. "Acaba yokluğum kalıcı psilojisinde nasıl etkiler yaratır? ruhsal gelişiminde nasıl izler kalır? Aman üzülmesin, üzüntüsünü unutur mu?" gibi pek çok soru. Benim annem ben 42 günlükken işe başlamak zorun kalmış ve gün boyu sütler boşa akmış ben evde mama yerken. Bunları ben hiiiiç hatırlamıyorum ama annemin bebekliğimden hatırladığı net hatıralardan biri bu. Belli dönemlerde işi gereği hafta başında erkenden beni uyur bırakıp, cuma akşamı geceyarısı eve gelmesini gerektiren uzun görevlere giderdi. 4-5 belki 6 yaşımdaydım ve net görüntülerle bazı cuma geceleri onu caddeye bakarak beklediğimi yada gece babamla birlikte uyuduğumu hatırlarım. Bugünkü çocuk bakımı korkularımızla bu durumu günümüze bir projekte edersek: hayatımın hiç bir döneminde yalnızlıktan korkan, özgüvensiz, içine kapanık bir çocuk olmadım. Tek çocuk olmama rağmen tek başıma çok güzel oynayabilen, babaannemin muhteşem bakıcılığında eğitim kalitesi yüksek bir çocukluk dönemi geçirdim. Asosyal kelimesi de benim tanımlamalarım arasında hiç yer almadı. Ergenlik çağımda ise yazları babaannemlerin yanında bir hafta boyunca annem ve babamdan ayrı geçirirdim, sadece haftasonları onları görürdüm, liseyi de aynı şehirde fakat yatılı okudum. Görüşmelerimiz yine haftasonuna sığdırıldı. Ancak tüm bu "ksımi ayrı" yıllar üniversitede fark etmeye başladım ki hayatta bana çok farklı meziyetler kazandırmış.

Gelmek istediğim nokta şu ki; günümüz çalışan annelerinin korktukları kadar kötü bir tablonun baş karakteri olmadıkları. Sadece bebekteki özlem hissini yatıştırmak için daha çok çaba sarf etmemiz gerekiyor. Onu asla bırakmayacağımız anlatmak için kucağımızda uyutmak gerekiyorsa uyuturuz, ne yapalım?

Ama kısa ayrılıkları minicik bebekken değil belki de bebek çocuk olurken, çocuk ergen olurken onun gelişiminde pozitif bir hale sokabilecek düşüncelerim de var. Bu kısa ayrılıkları minik ödev süreçleri, yeni şeyleri kendi başına başarabilmeyi öğrenecekleri, çabalayacakları zamanlar olarak değerlendirmek belki onlara daha çok yarayabilir. Bunu şu anda düşündüğüm için aynı zamanda not etmiş oluyorum. Ben bakalım bunu gerçekleştirebilecek miyim?

Tek dileğim zorunlu kalmadıkça annelerin minik bebeklerinden hiç ayrılmaması. Kısa ayrılıklardan sonra da bol bol öpüş-kokuş dilerim hepisine...birbirlerine doyabilsinler diye. Ama biliyorum ki bu mümkün değil:) Zira ne kadar öpsen koklasan biriciğine doyamıyor insan...

minik ayrılıktan zarar gelmez, anne kalbine olur olan...

18 Eylül 2010 Cumartesi

kısa sessizlik...

Sevgili dostlar,
İlk bayramımızı kayınvalidemlerde Uzunkuyu köyündeki evlerinde geçirdik. İlk kez arabayla bu kadar uzun süre (1 saat kadar) evden uzaklaştık ve 3 gece farklı bir evde kaldık. Bunları yaptığında kızım henüz bir ayını doldurmamıştı. bayram sabahı mutlu tablolar yaşandı, büyükbabaannemiz torununun kızını gördü. Babasının dedesi de çok heyecanlandı. Halalar, teyzeler, köy pek bir şenlikliydi. Evler arasında çocuğunun elinden tutmuş o kapıdan öbürüne bayramlıkları içinde geçenler güzel bir hava oluyor. Şehirde, köyde, nerde olursa olsun iş güç bırakılıp, sanki hayat bir kaç günlüğüne dondurulup insanların birbirlerini görmesine, kakarra kikiri yapmasına izin veriliyor. Bu bayram benim gözümde böyle bir manzaraya büründü bu yıl.

Bu da bizim büyüklerimize ev gezmesi yaptığımız halimiz...

Resimdeki tatlı bıdık da yeğenim Ediz. Doğduğunda atlayıp gitmiştik sevmeye Belçika'ya, hatta düğünümüzde köyde evde bebek bakmıştı görümcem çünkü daha 6 aylıktı... o zamandan beri ancak yazları Türkiye'ye geldiklerinde görebiliyoruz. Bu bayram Su kardeşini görmeye Ediz geldi. Henüz oyun arkadaşı boyutunda olmadığı için çok sürekli bir ilgi uyandırmadı onda ama köye döndüklerinde Su da konuşup ayaklanınca daha sıcak ilişkileri olacağına eminim. Bayram boyunca Ediz "Ulaş dayıııı" diyerek eşimin peşinden ayrılmadı, güreştiler, kızma birader oynadılar araba yıkadılar, top oynadılar tüm gün yapışık ikizler gibi gezdiler:) Ama sayılı gün çabuk geçiyor. Ne zaman gelecekler derken, biz dönüverdik ve onlar da bugün evlerine dönüş yolundalar...
Kısa süre daha sessiz kalacağım çünkü Hindistan'daki konferansa yetiştirmem gereken bir sunuşum var. Ama tabii ki size kızımdan bahsetmek için can atıyorum:)
şimdilik görüşürüüzzz...

1 Eylül 2010 Çarşamba

Zaman SU gibi akıyor:)

Merhabalar,

"Su" kelimesini gündelik hayatta ne kadar farklı yerlerde ve ne kadar sık kullandığımızı hamileyken de çok düşünmüştüm ama iş ciddiye binip de nüfus kağıdı elimizdeyken daha bir farklı. Su'lu espri yapmıyoruz mesela evde:)Sonra "sucuğum benim" diye sevmiyoruz kızımızı:) Sürekli ona Su kızım diye şarkı söylüyorum. Su perim, beni beste ve söz yazarı yaptı... Sanırım absürd doğaçlamalarımdan kaçarıyor ve ev halkının omzunda uykusu daha bir güzel geliyor...

Bir kaç gündür huyu değişti kızımın, emdikten sonra uykuya dalmakta güçlük çekiyor. O güçlük çektiği için ailecek güçlük çekiyoruz. Doğal olarak ben uyuyamıyorum o ağlarken. Ulaş uykusuz kalacak diye tedirgin oluyorum. Annem sabahları ev turu attırıyor, kahvaltı sonrası yemeğinden sonra yine uyumayınca dedesi devreye giriyor. Bakalım bu süreç ne kadar sürecek...

Ben evdeki herkesin uyuduğu (kızımın bu ekibe dahil olması ve benim tok durumda olmam zor denk getirebildiğim bir durum) bu kısa aradan faydalanıp hızlı bir banyo yapacağım. Sizlere Su perimin fotoğrafıyla hoşçakalın diyorum. Kuzguna yavrusu anka göründüğü için midir nedir, bana güzel geliyor...

Sürekli çocuğundan bahseden annelere dönüştüm. Belki annelik bunu getiriyor, oh ne de güzel getiriyor:) Söz bir daha ki sefere değişik bir konu bulacağım (hep bunu düşünüp yine Su ile ilgili yazmış olarak bitirmekten korkuyorum:)
Sevgiler. (Resimdeki örtüsü benim doğduğumda kullandığım örtüm - yaklaşık 30 yıllık bir pazen...)

24 Ağustos 2010 Salı

Sular geldi, kızımız SU dünyaya geldi...

Sevgili okur,

Bir süredir yazamadım çünkü artık minik bebeğimizin başında ailecek pervaneyiz...
12 Ağustos perşembe akşamüstü misafirimizle oturup bir gün önceki yemekteyiz programının tarifler bölümünden görüp canımızın çektiği tiramisumuzu yiyorduk. Ben uzun süren muhabbetin peşi sıra tuvalete gittim ve geri döndüğümde çişimi tutamadığımı fark edip misafirimiz Gülden teyzemden özür diledim.

"Yahu bu hamilelik resmen maskaralık, insan çişini tutamıyor bu yaşta" diyerek tekrar tuvalete gittim ki gelen çiş felan değil. Hemen doktorumu aradım ki ona gelenin suyum olduğunu anlatıp ne yapılması gerektiğini sordum. Tabi bu konuşma esnasında komik diyaloglar da gerçekleşti:
- "neredesi kızım sen şimdi?"diyen doktorum Nedim Bey'e
- "tuvalette." diyerek cevap vermem bunlardan biri... Gülden teyze ile "hadi seni götürürüm hastaneye" şakalaşmamız gerçek oldu ve 1 haftalık yepizyeni arabasına atladığımız gibi hastaneye yollandık. Arabadan inerken ayaklarımdan sularım geliyordu hala... Bu arada hiç sancım olmamasını ben garipsemiyordum çünkü herkezde bu sürecin farklı gelişebileceğini bir çok kez okumuş ve dinlemiştim.
Sıralamada sorun olduğunu anlamıştım ama bunun için suni sancı verilebileceğin bildiğimden endişelenmedim açıkçası, zaten doktoruma da güvenim sonsuz olduğu için, bana ne denirse onu yaparak strese girmedim hiç... odamıza ve beni kontrol için doğumhaneye aldılar. Eşimi ve babamı evden ayrılırken aradık. Ulaş işten geldiğinde odamıza yeni yerleşmiştik.

Muayenden sonra epidural kateteri takıldı ama ilk doz verilene kadar sancının ne demek olduğunu bir güzel anladım. Aslında insanın her türlü acıya nasıl alıştığını ve dayandığını da görmüş oldum. İlk önce çok gibi gelen sancılara eşimle oturup konuşurken, gittikçe alıştığımı, şiddetlendikçe eskisini unuttuğumu ve daha da şiddetlenebileceğine göğüs gerilebileceğini anladım. Bu arada kayınvalidemler Urla'dan, babam marmaristen ve halamlar Bornova'dan gelmişlerdi bile. Dışarıda her yarım saate bir kişi düşecek şekilde doğumun saatine bahse girmişler. Her geçen yarım saatte yenilenler hastane çıkışı patlıcanlı börek yapacak gruba katılıyor...

Doktorum ebe hanım'a "bu kıza bakarsan doğurana kadar gıkı çıkmaz" diyerek ilk dozu almama saat 9 buçuk gibi karar verilmiş oldu:) Beklerken heyecanlı fakat aslında çok rahat ve mutluydum. Sonunda ultrasondan hayal etmek zorunda kaldığımız kızımıza kavuşacaktık ve hayatımız bir daha eskisine dönmeyecek şekilde değişecekti.

Saat 00:55 gibi eşim doğumhane dışına alınıp içeride, ebe hanım, doktorum ve kızımla tek vücut tombik ben kalınca başlayan doğum 13 Ağustos Cuma sabaha karşı 1:10'da kızımızı görmemle "benim için" bitmişti:) Tabii ki doktorum benimle bir 20 dakika kadar daha uğraşarak tüm gece hastanede benimle birlikte doğumu yaşamıştı... Hastaneye geldiği saat 8'den beri iki topkek yiyerek, fark edemediğimiz bir ara evine gidip geri koşup benimle çok iyi ilgilenmişti... 




Kızımız SU;

İnsanın çocuğuna kavuştuğu o anın herhangi bir kelime karşılığı yok gibi. "Muhteşem", "olağanüstü", "çok heyecanlı", "harikulade" vb. pek çok şey diyebilirsiniz ama elinize aldığınızda koklayınca, emzirdikçe, ona bağlandıkça kelimeler yetersizleşiyor. İlk gece yorgunluk ve epiduralin etkisi bacaklarımı titretiyor, uyuşukluğum ancak geçiyor olsa da bir dakika kızımızdan gözümü alamadım. Annemler ve eşim bir kanepeyi paylaştılar, yeri geldi başlar düştü, uyuya kaldılar ama gözlerim açık olduğu her an odayı ve kızımı süzdüm. Nefesini sürekli kontrol etmek için, gözü açılırsa kendini yalnız hissetmesin diye hep onun yanında ayık olmak istedim. her an ama her an onun hala inanmakta güçlük çektiğim varlığını doya doya hissetmek istedim.

Annelik gerçekten ilk saniyeden başlıyor demek ki....

en yakın zamanda görüşmek üzere...


6 Ağustos 2010 Cuma

Bebeğimiz kocaman oluyor:)

Selamlar,
30 temmuz cuma günü doktor kontrolümüzde bebeğimizin 2740 gr olduğunu öğrndik. Yine yüzünü özenle kapayan minik kızımız bizi bu haberle çok sevindirdi:) Kocaman olmuş, kendi çapında tabi:) 40 haftanın sonu yine 1 Eylül gözüküyor, en başından beri çok istikrarlı bir biçimde devam ediyoruz. 37. haftamı tamamlayınca ilacı kesme kararı verdi doktorum. Asıl o zaman benim için heyecanlı bekleyiş başlayacak.

Pazar günü sinemada "Son havabükücü"'ye gidecektik ama maalesef filmi çocuk filmi gibi algılayan ülkemde orijinal gösterim her gün sadece 21:30'da. Ertesi gün eşim işe gideceği için inception adlı filme gittik. ben çok eğlendim:) attır tuttur, havagazı rumba bir filmdi ama yine de uzun zamandır şööle ayaklarımı uzatarak sinemada en önde oturmadığımdan bana iyi bir değişiklik oldu.Ardından da frappucino içinde değmeyin keyfime, hem de has kahve yğk kahve keyfi gibi yerlerdeki çakmaları değil starbucks caramel frappucino!

Pazardan beri işssizliğin rehavetine kapıldım gibi oldu. Salı sabahı ellerim şiş uyandım. Gerim gerim gerilmiş derim ve her parmak arası boğum gerildiği için kaşınıyor. O günden beri de limon sıkacak kadar güç uygulayamıyorum. Buna ek olarak vücut gittikçe ağırlaşıyormuş. Sabah kocaman ve ağır, löp löp et gibi hissederek uyanmak, evde ancak yavaaş yavaaaş yürüyebilmek. İnsan oturmadan önce tekrar tekrar kalkmaya gerek olmasın diye "birşeye ihtiyacım var mı?" gibi düşüne düşüne bir hal oluyor. Ama bütün bunlar küçük detaylar bence, çünkü sonuçta içimde başka biri 9 aydır yaşıyor ve artık çıkmaya çok yaklaştı, bunların olması normal...
Bugün göbeğimin kaşıntısı hat safhaya varınca yine "tatlı badem yağımı" sürdüm ve dakikasında geçti. Normalde sürekli sürecektim ama bu erken doğum riski için hastanede ebelerin hepsi tembihledi, hiç bir şekilde uyarmamak için karnımı sevip okşamamam gerektiğini. Kızımla o zamandan beri sadece konuşarak anlaşıyoruz:)


Bütün bu rehavetle geçen hafta içinde foto albümümü bitirip eksikleri listeledim, annem bugün onları fotoğrafçıda bastırdı. Bu gece gidecekleri bir nikah için kolyesine küpe takımı yaptım, ama sonra fark ettik ki kolye elbiseye çok uzun kaldı. Başka bir kolyemle değiştik, böylelikle hesapta yokken böyle basit günlük bir takımım oldu:) Ama bu haftanın en önemli olayı, tığ ile zincir çekebilmey öğrenmem oldu. Annemin elinden her iş gelirken sayısız kere öğrenip unuttuğum zincir çekmeyi bu sefer becerdim gibi... bir sonraki iletimde en son eserlerimi gösteririm artık...
şimdilik sevgiler... sıcaklarla aranız iyi olsun...

29 Temmuz 2010 Perşembe

sanırsam bitti artık...

Sevgili okur,

pazartesi günü sabahtan ilk iş fotokopiciye oradan yeni sayfalarla ve İstanbul'dan gelen ciltlerimle "İzmir'in dağlarında çiçekler açar" diğerek ciltcimi evinde bulduk:) çok komik ama elden bırakıp, olayı anlatıp, öğleden sonra Osmangazi mahallesine tekrar gidip bitmiş ciltleri aldık. Evden çıkmadan önce de 35.haftadaki halimi görebilesiniz diye fotoğraf çekildik.

Ertesi gün annem bu ciltleri kargoya verdi bir dolu ıvır kıvırla ve bu iş bitmişti, en azından benim yapabileceğim kısmı...

Gönderdiğim kişiyi Salı sabahı kargo elinizde olabilir diyerek aradım, yerinde olmasını beklemiyordum ancak aranan asistan telefonumu açtı. Ve çarşamba günü öğleden sonra cep telefonuma kendisine teslim edildiği bilgisi de geldi. Ama gece tezimin onaylandığını ve kurula çıkmak üzere gerekli kişiye teslim edildiğini yazan maili okudum, evde sevinç nidaları yükseldi tabi:)haydi okurum, bugün full yatıştayım artık.
Kafamdan bir iş daha kalktı, tik attık yanına gitti... görüşürüüüzzzz.......

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Minik kızımızın çorapları

Sevgili okur,
bunca abuk subuk işlerimin yanında kızımızın çoraplarını da büyüklüklerine göre ayırıp düzenlemek için öncelikle yıkadık. Yeğenim Ediz'in bebeklik çoraplarını mis kokutup tek tek dizdim, şirin bir tablo çıktı.
Buyrunuz...

24 Temmuz 2010 Cumartesi

ciltlerim yuvaya geri dönü:)

Sevgili okur,
Bir önceki yazıyı okuyanlar bilirler, Sinem'in mavi ciltleri ikinci kez tezi 3 set basıp, eskilerden hocalaarımın imzalı kapak sayfalarının bunlara eklenerek her birine yine mavi cilt yaptırılıp ikinci asistana imzalatması gerekiyordu. Bu işlemler sorunsuzca oldu ki öğlen tatili bitiminde Sinem Ayazağa'da teslim etmek için fen bilimleri binasındaydı. Tam orada yerinde olması gereken asistanların henüz orada olmadığı haberini verirken huysuz tekirler yerlerine geldiler.
Uzuuun bir süre işlem tamam telefonu alamayınca tabii kiyine bir sorun çıktığını anladım ve telefonu açan Sinem'in sesi çok üzgündü: "teslim edemiyorum, ciltlerde sorun var" dedi. Önce şaka yapıyor dedim içimden, ama ciddi ses tonu bir türlü düzelmeyince, "ne yapalım, bugnü olmayacakmış, daha çekilecek çilemiz varmış" dedim.
Sinem, yavrum, orada kısa süreli bir kriz yaşayıp ciltdeki yanlışlığı düzeltmem ve FBE'ye kargolamam için oradakileri ikna etmiş. Ancak yine de durumumu açıklayan bir mektup da yazmam gerekiyormuş...

Sabah erkenden geliverdi ciltler. Pazartesi cilt tekrar açılarak hangi sayfaların değiştirileceğini işaretledim, CD içlerini de yarın hazırlayıp yakacağım. Nei neyin içine koyup göndermem gerekeceğini ezberleyeceğim...

Bu hafta sonu bu babamla Ulaş yelken yapmaya Selimiye'ye gittklerinden annemle birlikte bir haftasonu geçiriyoruz... kahvaltı, az biraz televizyon, kitap, uyku, etamin çarpı işleri... yarına da kendimi eğlendirecek bişiler buldum, ikinci fotoğraf albumumuz için ilki kadar özellestirdiğim kağıtlardan bir set ayıracağım ki pzt. fotokopicide ona da spiral yaptıracağım, ilkinin spirali iğrenç olduğundan onu değiştirteceğim. Bir dolu dandik iş anlayacağınız...

hadi ben acık yatayım artık, karnım kasıldı kaldı yine. Kızım o kadar hareketli ki uyuduğu anı denk getirip uyumaya çalışıyorum, ama ne mümkün...

öperim okurlar...

22 Temmuz 2010 Perşembe

Mavi cilt macerası - 2

Sevgili Okur,
çok fazla yazamayacağım zira saat 00:30 ve ben sabahtan beri sadece 20 dklık 2 yemek molası ve 3-4 dklık tuvaletler harici masadan kaldırmadım. Çok da yoruldum.Hayat dersleri ile dolu bir yazı işte...

Ilk asistanın tatilinin gelmesi nedeniyle daha fazla ilgilenemeyeceğini belirtmesi sonunda dün bana yeni bir asistan atandı. Biiiir sürü de hata buldu mavi cildimde. Bazı hatalar dandik FBE'nin dandik şablonunun word bilmeyen tiplemeleri tarafından hazırlandığından cidden büyük, tezi yazarken paso bozuluyor zaten şablon. Ama bu devasa hataları nasıl olduysa beyaz ciltte ilk asistanım da görmemiş...
İkinci asistanım da tezim ingilizce olmasına rağmen daha yeni diye Trükçe tez şablonu üstünden kontrol ediyor (nasıl bir mantık hala anlayamadım, yauw tez ing. olunca kapak sayfası sayısı bile değişiyor ve üstüne üstük yine dandik FBE'nin türkçe ve ingilizce tez yazım şablonları arasında stil farklılıkları var:)
Sağolsun, sabahtan Sinemcim koştu gitti okula ve ciltleri kaptığı gibi bana bıdır bıdır sıraladı hataları ve ben o saatten beri oturu vaziyetteyim, leğen kemiğim genişlemiş olabilir...

ben şimdi yatıyorum. Yarın sabah erken bir kontrolden sonra yine Sinem koşup 3 cildi tekrar basacak ve yeni ciltleme için verecek ozalite. Cumaya yeni asistana yetiştirmeye çalışıyoruz çünkü o da cumadan sonra 3 hafta tatilde... Nasıl ama...ben biliyordum böyle beni zıp zıp ondan ona ondan ona atmaya çalışacaklarını...Umarım bu sefer yetişir ve mavi cilt yazım aşaması artıkın biter... daha 3. aşama olarak ayazağa koşusu var...

Neymiş, hayatla ve arkadaşlarının hayatınla zorun varsa, tez yaz...doktora sanırsın, olsa içim yanmaz...
kim okuyacak çok merak ettiğim bu mavi ciltlere bu kadar kasılmasının insana katkısı sabretmeyi, envai çeşit insana dayanabilmeyi, hayatla mütemadiyen savaş içinde olduğunu hatırlatması, en yakınlarının kim olduğunu görebilmen oluyormuş... tam bir olgunluk enstitüsü, hayat dersi...

(bana) iyi uykular sevgili okur...

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Açılan cilt kapanır mı?

Sevgili okur,
bu haftayı tezimin mavi cildine hazırlığı, kıl tüy yün detaylarını tekrar tekrar okumak,referansların noktası vürgülü gibi şeylerle geçirdim. Nasıl da geçti fark etmedim. Bir baktık cuma olmuş, koşturaraktan gittik fotokopiciye. 2 saat renkilisin siyahtan ayır, yok sayfa düzeni tutsun, düzgün olsun, elimde cetvel aptal tez yazım kılavuzu, template ek form 4-3 2-1, tek dosyada toplanamayacak akdar karmaşıklaştırılan düşük cümlelerden oluşan envai çeşit İTu belgesine bakarak uğraştık. Neyse basıldı da cilde verdik. Haftasonu fotokopici ege üniversitesinin içinde olduğundan çalışmıyor ve tam boy bez cildi başka yere yaptırıyormuş.
Gecenin bir yarısı tabiiki kılavuzumuzun dündük bir yerinde cildin kapak sayfasında bir hata yaptığımı fark ettim ve herşey için çok geç olduğundan verdiğim paralara mı, tekrar 1-2 gün bekleyeceğime mi yanayım. Sinirlerim dağıldı...

Daha bunların ciltten alınıp İstanbul'a kargolanması, dekanlık sekreterinden kontrol eden asistanımız tarafından alınıp kontrol edilip imzalanıp tümünün bu sefer hocaların imzalarını almak için dolaşıma çıkması gerekli. Temmuz göbeği olması nedeniyle ancak haftaya 3 jüri hocamın 2sini okulda bulabileceğim zatinden. Diğer hocama da ulaşmaya çalışayım ama daha tezi bile ciltletemedikten sonra abesle iştigal tabi...

neyse ben şimdi bir duş alıp kendime gelip, makale yazımına switchleyeyim, bu kısmı batırdık bari öbürünü kurtarmaya çalışayım...

neymiş? fotokopicinin cebini cebinden ayırmayacaksın... ta kiii doktora diplomanı eline alana kadar...yüksek felan yalannn... daha doktorada neler olcak acep...

hoşçakalın...

6 Temmuz 2010 Salı

zorunlu eve dönüş:)


Sevgili okur,
İlk önce W32 başlangıcındaki en son ofis fotomu göstereceğim. Size aslında Marmaris'in güzide koylarından Orhaniye'den yazmayı planlamıştım ama hayat benim planlara çomak sokmak için özel bir çaba içinde:) geçtiğimiz cuma akşamı annemi de yanımıza alarak babamın yanına martı marina'ya doğru yola çıkacaktık ki akşamüstü doktoruma iletemeden duramayacağım bir minicik vaka oluşunca işten çıkışta hemen hastaneye gidip nst çektirmem gerektiğini söyledi.

İşten kısa bir ekstra mesai sonrası çıkarak hastaneye gittik, karnımdaki kasılmaları ölçecek bir alte bağlandm ve 25 dk yattım. Sonra canım ebeciğim gelip "aaa, print tuşuna basmamışım" diyince bir ikinci kez 25 dklık bir yatışa başladık. Benim hissedemediğim düzenli kasılmalar varmış meğer isem. bir ikinci kontrol sonrası da 1 cmlik bir açılma olduğunu fark edince ebe hanımcığım, hemen doktorumla bir telefon konuşması gerekti...akşama pansiyonumuzun şekli hastaneye dönüştü ve hemen kasılma durdurucu ilacım koluma takılarak yatışa geçirildim.

Şimdi bu arada ben bir 3-4 dakikalk sinir krizi geçirdim tabi çünkü ertesi gün yüzmeyi planlarken hastanede bir odaya yerleştirilmek küçük bir şok yaşatıyor insana ne de olsa. bavulumuz arabadan geliyor, içinden çıkanlar şort ve mayolar:)

neyse, bu ilaç da bir kalp çarpıntısı yapıyormuş arkadaş, söylediler ama yaşamak bambaşka...sanki koşu bandında 15 dakikadır 9 ayarında koşuyormuşum gibi...ama hiç yorulmadan yatıyorum:) Tabi bolca rahatsızlık verici ama bunun acep zayıflatıcı etkisi var mı diye sürekli düşündüm:)

Cumartesi öğlenine evimize döndük ve büyük heyecanla topladığım valizi Ulaş sağ olsun 10 dakikada çözüverdi, tüm haftasonu miskinledik. zaten bana sürekli istirahat emri verildiği için evde hiçirşey yapmam mümkün değil.

Pazartesi evimizdeki temizlik kargaşasını ve coşkusunu biraz bırakıp doktora kontrole gittik ve kızımızın sanki hiç bir şey olmamış gibi (neyseki) rahat rahat uyuduğunu gördük, içimiz rahatladı... Koca ağzıyla habire emme hareketi yapan topan yanaklı bir minik. Ulaş bu sefer randevumuz çok erken olduğu için gelemedi ama annemle babam ilk kez ultrasonla bebeği gördüler, babam hatta son anlara kadar göremedi:) ona açıklama yapmak zorunda kaldık bayağı...

Artık vücut bu çarpıntılı hapa da alıştı, eskisi kadar kafa yormuyor gümbür gümbür, yapacak da başka bişi yok, alışmayıp ne yapacaksın? Artık sağ olsn annemle her gün kendimize habire bir iş çıkartırız. benim 15'ine kadar makalemi teslim etmrem tezimi bu arada bastırtmam falan lazım zaten. sonrasında da 3-4 hafta kalıyor zatne doğuma...

Sizlere de bu sıcaklarda serin çalışmalar ve sağlıklı dinlenmeler dilerim...


21 Haziran 2010 Pazartesi

W30 bitiyor bile....

Sevgili okur,
diyeceksin "bu da abarttı, tek hamile bu sanki dünyada, başka konu bilmiyor". Bilmesine biliyor da aslında insanın karnında gittikçe büyüyen bir canlı en ilgimi çeken şey oluyor şu anda... sabah kahvaltıdan sonra, öğlen yemekten sonra kıpır da kıpır...ama hele gece uykum azalınca... Uyuduğum anda terleme huyum yüzünden zaten yaz geceleri çok rahat uyuyamam. E artık İzmir'de yazın gece şöyle rahat bir uyku bu aralar gittikçe zorlaştı. Ya çişe kalkıyorum, e kalkınca susamış oluyorum. Su içince 1,5-2 saat sonra yine aynı merasime uyanıyoruz. Her uyanış bir merasim, çünkü belden yukarısını doğrultmam, bir süre sabit durmam sonra yavaş yavaş koca göbeğimi kaldırabilip yataktan kalkmam bayağı uzun sürdüğü için uyku da kaçıyor haliyle:)

Bebek ile annenin uyku saatleri tutmadığında ciddi sorunlar ortaya çıkıyıyor. Mesela bu gece merasimlerinden birinde kızımız da uyandı. Diyelim ki sen uyuyacaksın ama onun uykusu kaçtı. Tepik de tepik, gerinmeler, ittirip kaktırmalar. E buradan sonra anneye de uyku haram olmuş demektir:) Doğa bu süreci anneyi doğum sonrasına hazırlamak için yapıyor gibi gözüküyor...Çünkü olacak aynen de böyle:)
İşyerinde işler üst üste altalta, kafam karmakarış. Gün içinde gümbür gümbür devam ediyor bir sürü şey... akşama da kafa oluyor 1 milyon. Umarım Alex tezi okur azıcık da geri kalan kısımlarını yollarım. şu mavi cildi teslim etsem de kurtulsam... Onun da o kadar teferruatı varki, yok Yök'e CD, mavinini tonu o olmayack bu olacak, bilmem ne...

Şimdi benim gözlerim kapanmaya başladı, üstlerine fil oturdu resmen göz kapaklarımın... Kaçıyorum, kısa süre sonra

tekrar görüşürüz...

13 Haziran 2010 Pazar

Kafayı ancak topluyorum (mu acaba?)


Selamlar,
4 Haziran cuma günü istanbul'a yola çıkışımdan sonra 4 gün orada dolu dolu geçti. Cuma günü olacak toplantımın hemen ardından tez hocamla çok faideli bir görüşme daha geçirdikten sonra bizi tüm haftasonu misafir edecek olan dostlarımızın evine yollandık. Cumartesi 3-4 saatlik bir cadde yürüyüşü ve ev gezmesi kaçamağı dışında sabah 7'den akşam 1'e kadar mavi ciltte olamsı gereken şekline dönüştürmek için hocamın da dediklerini yapmakla uğraşmaya başlamıştım...
en sonunda 7 haziran günü tez jürime çıktım. Cuma ve cumartesi çok sıcak olak hava pazar ve pazartesi bana inat bozmaya başladığından yağmurlu bir istanbul sabahında kadıköy'den karşıya geçtik. Jürim öğleden sonra olmasına rağmen sabahtan orada olalım ki gerekli evrak neyin hazırlanması lazımsa bitirelim tüm işleri diye düşünerek hemen bölüm odasına çıktık annemle. Yazık onu da nereye gitsem peşimde sürükledimayrılmaz parçam oldu tüm gezimiz boyunca.

Jürim problemsiz ve sıcak bir sohbet halinde geçti. Amma velakin yapılması gereken sürü sepet değişiklik ve conclusion kısmıma ekleyeceğim bir kaç fikir ile yüksek lisans derecemi almış bulunmaktayım:) Akşam dönüşümüzde yağmur peşimizi bırakmadığı gibi şiddetini tam havaş'a binecekken arttırdı ve bileklerimize kadar ıslandık:) Ama annemin müthiş güler yüzü, bitmeyen enerjisi ve herşeyde sürekli komik bir yön bulmasıyla rezil halimize de pek bir güldük, otobüste spor ayakkabılarım cılk olduğu için sandaletlerimi giydim, rahat ettim:)

hafta içi İstanbul'da nasıl bir yorulmuşum ancak anladım. Salı günü tır çarpmış gibi gezdim zaten. İşyerinde nedense garip bir yoğunluk, rapor yazmak zorunda olduğum yerler, yaklaşan fuara hazırlanması gereken belgeler, bilmem neler... almış başını gidiyor.. Cuma da tüm güne uzayan IEU bitirme projesinde jürilik için gidip oturunca hafta nasıl bitti bakakaldım ardından yine şaşkın gibi...

Bununla bitti mi? Hayır! Şu anda salı akşamı süresi dolacak Cumulus konferansına paper yetiştirmeye çalışıyorum. Hiç öyle gözükmüyorum oradan aslında ama:) neyse işte kafa dağıttım azıcık buralarda... Sırtımda eşim pazartesi günü yapacağı tez konusu savunmasını gözden geçiriyor. Bach eşliğinde pazara gitme saatimize kadar maksimumda çalışır halde durmaya çalışıyoruz:)

15 haziran'da şu paper'ı bir göndereyim, ondan sonra en son fotoğraflarımla karşınızdayım. Dün uyku molası vermeden önce kendimi çekmiştim ancak bilgisayara aktarmaya vakit bulamadım henüz. 29. haftadayız artık, uyku çökmesi sıcak basması başladı haliyle. İzmir sıcakları da bana hiç yardımcı olmuyor:)

sevgiyle kucaklarım,

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Bugün pek bir hareketliyiz...


Sevgili okur,
bu cumartesi serin, yağmurlu bir sabaha uyandık. Ben şahsen bu durumdan çok mutluyum zira hem evde oturup ders çalışmaya teşvik ediliyoruz böylece. Hem de pencereden içeriye yağmur kokusu girmesi çoook huzur verici. Yurt dışında şöyle paso yağmurlu bir ülkede yaşıyormuşuz gibi son 3-4 gündür. İngilteredeyiz belki, belki İsveç ya da işte kuzey Avrupa'dan sen seç beğen birini...
Güzel bir kahvaltı sonrası eşimle ayrı ayrı koltuklarımıza çekilip bilgisayarlarımız kucağımızda çalışmaya oturduk. Ben önce tabi biraz facebook, bloglar falan takılarak kendi kendimi motive etmeye çalıştım ama sonunda 2-3 slayt doldurabildim öğlene kadar.

Kızımız da sağ olsun, dün gece yediği balık ve dondurma bayağı işe yaramış olmalı ki bu havası temiz huzurlu günde pek bir kıpır kıpır oynadı durdu. Hatta Ulaş'ın yanına kalkıp gitmeme rağmen durmadı, babasına da gösterdi tekmelerinin kuvvetini:)

Umarım iyisindir oralarda kızım, bir derdin var da tekmeliyorsan, anlayamadık maalesef:) herhalde bunlar kaslarını geliştirmen gerektiği için yaptığın ritmik çalışmalardır:) Sen bol bol çalış, yeter ki güçlü gel yanımıza...

Akşam yemeğini hafif geçirmek istedi canım ve 2 haftadır aklımda olan tel şehriyeli domates çorbasını en sonunda Ulaş'ın 1 saatlik kestirmesi esnasında hazır ettim. Bu sefer soğanı ve sarmısağı rondodan geçtim, onlar kavrulurken de domatesleri rondodan geçirdim ki ağzımıza hiçbiri takılmadan lezzetleri gelsin... Bu sefer gerçekten tam hayal ettiğim gibi oldu. Tabii ki benim el ayar problemim nedeniyle yine 3 gün içilecek kadar çok oldu ama olsun, zaten bir oturuşta 2 kase içiyoruz haftasonları... Hafta içine ancak 1-2 gece götürür bizi bu karavana:)

Kısa bir akşam yemeği molasından sonra biz şimdi tekrar gömülelim işimize gücümüze,
görüşmek üzere...

15 Mayıs 2010 Cumartesi

"Doppler" günü = sonuç OK, ama bana yaramaz:)

Sevgili okur,
Bu sabah doppler ile kontrol için nükleer tıp merkezine gittik. Yol üstünden para çekeceğimiz atm kartımı yuttu ve kredi kartıma da para vermek istemedi...Evden ve yoldan sayısız kez aramamıza rağmen merkez cevap vermiyordu ve ben artık kendimden şüphe etmeye başladım tabii ki "acaba cumartesiye almak istesdiğimi sekreter anlamadı mı?" diye. Benim aklımda binbir korku kuşku ile (ya kapı duvar çıkarsa, boşuna sürükledim kocamı buralara, asabiyet olacak şimdi, bıdıbıdıbıdı diye diye...) merkezi bulduk ve meğerse telekom telefon hatlarında bişiler karıştırdığı için telefonları çalışmıyormuş...Bu da benim şansım:)
Neyse çıktık muayene odasına ve normal 2 boyutlu ultrasondan hiçbir farkı olmayan görüntülerle yine kızımızın acaba bu karaltı neresi diye seçmeye çalışmaya başladık. Eller, kollar, ayaklar, kalp, kafa derken sıra geldi kan damarlarının ve kordonun kan aktarımının ölçülmesine. Zaten bu kontrolün de ana amacı olası preeklampsi riskini erkenden görebilmek ve önlem almak. "Sağ atardamarda hafif bir çentik var ama henüz 24üncü hafta yeni bittiği için bu geçiş doğaldır" dedi uzman. Ama tabii benim içim rahat mı? hayır???

Bir sürü ölçüm aldığı fotoyu çekip kenara biriktiriyordu. Ve maalesef çekinik kızım ellerini yüzüne kapak yapmıştı, bu nedenle sadece bir aralık ağzını çok güzel bir şekilde gördük. güzel çizilmiş dudakları var. Bana pek benzemiyor, daha dolgun babası gibi. Umarım böyle devam eder. Ancak evde bize verilen CD'de gördük ki muhteşem uzmanımız sadece çıkış aldığı 4-5 tane resmi cd'ye kaydetmiş. Benim için önemli tek nlayabildiğim dudak fotosunu kaydetmemiş... Bugün bir hafiiiiffff uğursuzluk dolanıyor çevrede ama ne bakalım haıyırlısı...

işte size W25 (24+4) durumumun fotosu:)

13 Mayıs 2010 Perşembe

süper haberler var...

sevgili günlük,
artık günlük demeye başlayacağım çünkü bana yorum dönen yok. Ya akrabalarımdan oluşan okur kitlem sessiz sakin hayatımın akışını müdehale etmeden izliyor ya da gerçekten burada günlük tutuyorum:)

Çok güzel haberler var.
1) şeker testinden geçtim, hem de iyi bir skorla, yani hamilelik şekerim yok:)
2) Shangai konferansının full paper teslim günü 15 gün uzatılmış:)
3) istanbul biletimi aldım, jüri üyelerim büyük ihtimalle belli ve kısmetse günü değişmeden bir jüri görebileceğim:)

Bunlar çook süper haberler benim için. İş yerindeki işler gittikçe artarken en azından okul kısmısı azıcık yoluna girince seviniyorum.

Cumartesi günü de kızımın 3 boyutlu haliyle karşılacağız bakalım...akşamına belki tasarım festivali kokteyline gidebilirim...life is full of events that I shouldn't miss...zor benim işim azıcık.

Ne olur 15 hazirandan sonra ayağımı uzatıp kitap okurken uyuyakalma lüksüm oluşsun...ne olurrr....

hoşçakalın...

12 Mayıs 2010 Çarşamba

çok sinirliyim ve çok üzgünüm, sadece hormonlar mı suçlu?

Sevgili okur,
aslında şu anda ya uyuyup dinlenmem ya da konferansa yazı yazmam lazım. Ama şu ruh halimi anlatmalıyım yoksa bööö diyip tekrar ağlayacağım...

Geçen çarşamba tezimizi teslim ettik, tutanağı imzalattık. Ama bu 100 küsur sayfa geçen çarşambadan beri -yani bugün itibariyle tam 1 hafta eder- (haftasonunu çıkar, hadi kibarlık edeyim o da benim insanlığım!) 5 koca gün tez danışmanıma teslim edilememiş. Ben de bunu hasbel kader farklı amaçlı bir bilgiledirmede öğreniyorum, teslimden tam 6 gün sonra.. Jüriye 3 haftadan az kala danışmanım ne ara okusun, geri dönsün, ben değiştireyim de jüriden 4-5 gün önce yenisini bastırayım da tüm jüri okuyabilsin öncesdinden...

Sinirlerim çok bozulduğu için ağladım, ağladım, bağırdım, çağırdım ama kime? neye? Ben burada zevk olsun diye kendimi her sabah uyandırıp Manisa organize sanayi yollarına vururken çok yoğun bir tempoda çalışan bölüm sekreterliğimizce tezim 120 metreyi kat edemedi diye mi üzüldüm acaba? Gerçekte, tabii ki de insan ne yapıyorsa, ne okuyorsa kendine yapıyor, okuyor... en azından okumak-yazmak içinde bulunduğumuz toplumu maalesef çok değiştirmiyor ama bunu bu kadar emek harcadıktan sonra hissetmek çok da hoş olmuyormuş...yine de dokundu bana... uff, herhalde sadece hormonlar:)

Benim karnımdaki canlıyı stressiz büyütebilmek, sağlıklı doğmasını sağlayıp, bebekliğinde de sıkıntısız bir bebek olmasını sağlamak adına gün boyu iş yerinde atlatmaya çalıştığım kriz anlarını bir görebilsen okurum. Benim stressiz hamilleik geçirmem onun sakin bir bebeklik geçirmesini sağladığı artık gün gibi aşikar bir bilimsel gerçek. Hamileliğimin son 2 ayında kızımı düşünmek ve ona odaklanarak hazırlık yapabilmek mümkün olabilecek mi, jüriden sonra göreceğiz, yoksa bu da mı hayal olacak, yine yeni yeniden mi planlarım bozulacak? acaba kaderde ne yazılı...

Ben bu gece konferansa yazımın outline'ına bakacağım, dün gece oluştururken sızdığım omurgayı işlemeye başlamak lazım. Çünkü öğrenci olarak görevim bu. Ben elimden geldiğini ortaya koyarak çalışmayı prensip edinerek büyüdüm, şimdi de farklısını yapamam... Umarım herkez böyle yapabilir...

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Varan 1: tamam:) - teslim tesellüm:) anıları

Sevgili okur,
bu haftanın salı akşamı annemle bir Sabiha Gökçen'e oradan da acıbademdeki Bihtoş kankamın evine çufçufladık. Gece 11 gibi eve attık kendimizi. Sağ olsunlar miniğimi de sağlıklı besleyecek süpper bir kahvaltı sofrasıyla o saatten sonra iflah olmayacak midelerimizi durulttular:) Valla şu tezü bitireyim diye geç yattığım için kafam "yastıııkkkk" diye bağırınıyordu kaç gecedir :)geceledğimiz oda müthişti, sağolsunlar...

Ertesi sabah atlatık taksiye Üsküdar'a, oradan motorla Beşiktaş'a. Teslim badimi beklerken annemle sandviçlerimizi yedik. Annem arkamızda elinde tırtırtır minik çekçek valizimizle, Sinem ile ben öyapıtlarımızla (!) çıktık okul yoluna. Ancak öyle hemen olmaaazzz...öğlen vakti bir posta orada bekledik, bu arada da tutanak zbıt vb gibi imzalatılması gereken devlet evrakını bulduki bastık, daışman hocamızı bulup imzalattırdık. Hatta biraz yol keser gibi oldu yemekhane kapısında ama kısmet:)

İmzalarımız tamamladığımız gibi bölüm sekreterimize koştuk ve eserlerimizi kendisine teslim ederek bu günlük bu iş biter dedik. Annem bunu kayıt altına bile aldı, yakın zamanda ekleyeceğim:) Gecenin bir yarısı evine vardığımız, ancak bir gözümüzün görebildiği ev sahibimizle buluşmak üzere caddeye uçarcasına koştuk. Yazık, annemin yine elinde çekçek, peşim sıra ordan oraya sürüklendi durdu:) Beyaz fırında 1,5 saatlik bir moladan sonra Kozyatağı Havaş'a koşturduk. Otobüste tam uyuyalım dedik ama yol bitti ve havalimanına vardık:) Uçakta klostrofobik bir yolcunun önünde oturmam dışında çok normal bir uçuşla 9:40 da indik, 11 gibi de Karşıyaka'ya vardık.

Annem benden daha az yorulmuş olsa da ikimiz de gün içindeki koşturmacadan hayli etkilendik. Ama herşey yolunda gitti ve teslim kısmı bitti. Şimdi darısı makalemin ve jürimin başına...

Ertesi gün yorgunluktan çok zor geçti ama akşam artık vücut koyuverdi ve dayanılmaz bir baş ağrısına burun tıkanıklığı eşlik etmeye başladı yine. Perşembe gecesi sabah 4'de bir minosetle ancak sabahı ettim. Ama olsun şimdi iyiyim ve ve makaleye başlamaya hazırım...en azından uykumu aldım:)

Darısı senin başına sevgili okur, ne iş yapıyorsan alnının akıyla bitirebilesin...

22 Nisan 2010 Perşembe

hastayımmmm...ve bir de hamileyim:)

Sevgili okur,
kendimi çok ayıpladım zira şubattan beri yazmamışım. E ama uyaran eden de yok...Neyse bu arada çok boş durmadım. Tezimi öyle yada böyle sonlandırıyorum. Bugün yarın hocama yollayacağım. Bir de karnımda minik bir canlıyı taşımaya başlayalı 5 ayım doldu. Kendüleri kısmetse kızımız olacaklar. Şimdilik minik tepikler atmakla başladı. Sonradan bakalım neler neler edecek annesine:)

Madem o kadar dolusun, nasıl yazıyorsun diyeceksiniz, evet, sol burun deliğim kendi başına buyruk akıyor, boğazımın solu, buradan geçit yok diyor. Kafam olmuş bir milyon. Leyla gibiydim ve işe gidemedim. Oysa bugün güzel bir gün, işe gitmemek için sağlıktan başka bir engel yok gibi gözüküyordu...

kafam yerinde olduğunda kızımın en afili fotolarıyla (şimdilik karnımda da olsa:) karşınızda olacağım. Göbeğimi de bir ölçmeye başlayayım artık ben yaa, sahiden aklıma geliyor, hep unutuyorum...

görüşürüzzzz....

24 Şubat 2010 Çarşamba

son dakikalar

Merhabalar,
son 10 dakika içinde ne kadar yazsam kardır diyorum. Evde sevgili kocacım beni hafifi uykulu gözlerle bekliyor olacak, nohutumuzu ve bulgurumuzu ısıtacağız. hatta belki mantı çorbamızı...
bu knorr'un, bizim markasının felan çıkardığı katkı maddesiz olduklarını iddia eden çorbaları çok takdir ediyorum, neredeyse iki haftada bir de yapıyoruz. Tadı tuzu yerinde, bir de gerçekten üstünde yazdığı gibi katkı maddesi vb. yoksa...umarım öyledir, acık polyanna olayım:) Haftasonları yemek yapmak istenmeyen ama az buçuk da acıkılan öğlen vaktini geçmiş zamanların kurtarıcı çorbaları onlar...

Bu akşam söz popomu masanın başına koyarak abstraktlarımı gözden geçirip göndereceğim hocama, aha da burdan dünya duysun...Zaten söz verdim, elim mahkum:)

haydin ben evime koşarak kaçar...
herkezlere akşam en azından bir filmi sonuna kadar izleme gücü versin:)

10 Şubat 2010 Çarşamba

Bu zaman ne menem bir şey?

Okuyucu!!!
HUUUU!!! Bu zaman kadar yazmadım yazmadım çünkü sürekli ha bugün ha yarın yazarım diye erteliyordum ama bir baktım koccccaaaaa Ocak ayı geçmiş bitmiş de Şubat başlamış...bu menem bişidir? Ders çalışırken geçmek bilmeyen zaman çalışmazken pııırt diye uçar gider.
Son bir aydır hiç çalışmamanın verdiği iç azabıyla bu satırlara döküyorum hislerimi sevgili okur. Suçluyum, orası kabul. Ama bir sor neden diye?Sor bak, sor...Eve gelince yemeğimizi hızlan yiyip mutfağı toplayıp, kapatıp, koltuğa oturur oturmaz, dur bilgisayarı önüme çekeyim demeye kalmadan ağzımın suları akarak uykuya dalıyorum. Saat 1-1,5 gibi de gözümü açıp, "ne işim var benim bu koltukta yauw, paşalar gibi yatağıma gideyim" diyerek koşar adım yatağa dalıyorum.

Eee.. şimdi bu süreçte ders çalışmaya herhangi bir aralık göremedin değil mi okur? Yok çünkü zaten, görememen doğal, ben de onu diyorum işte. Neden çalışamıyorum ben beee!!! kafamı bir türlü ne yazacağıma toparlayamıyorum. iki satır oluyor 3. sü sarpa sarıyor. Okuldayken gece kuşuydum, geceleri çizerdim, çizerdim, boyardım, keserdim, yapıştırırdım, modellerdim, her render arası 15 dk kestirir, tek gözle bitti mi diye kontrol ederdim. Zebbahlara kadar...aah heyhat, şimdi gözümü açık tutamıyorum.

Sen sen ol, enerjinin kıymetini bil, her aklına geleni yap, yoksa enerjin kalmıyor. Ahanda sana örnek...

Son iki gündür mesaiye kalıyorum, ofiste bari elim mahkum çalışabilirim diye, en azından 1-2 paragraf ilerledim. Mayıs başı teslimime 2,5 ay kaldığını hesaplarsak süpersonik bir hızlanma gerekecek:) Ofiste yatıya kalsam yeridir yani...

Haydi, sen çalış, ben düşüneyim, çalışayım, bişiler yapalım artık, bu kadar çene suyuna çorba yeter:)

öperler sevgili okur. Enerjinle kal...