31 Aralık 2009 Perşembe

yeni yıl da geldi, oh olsun:)

Aradan bayağı geçti sevgili okur,
25 Aralıktaki teslim tarihini atlattığım haftadan sonra sanki tezi vermişim gibi bir uyuşukluk sardı dört bir yanımı. Neyse bundan silkinik sıyrılmak için kendime gülle gibi laptop'ın yerine bir netbook aldım. BestBuy gerçekten on numero bir yer en azından şimdilik fiyat olarak bunu kanıtladı, işallah müşteri hizmetlerine ihtiyacım düşmez ama düşerse o kısmınıda anlatırım.
Packardbell dot m inte celeron 743 ULV işlemcili tatlı mı tatlı sevimli mi sevimli bir netbook:)yani bu gün vakit bulamazsam da yılın ilk günü içine acrobat writer ve office 2007 yükleyince haftasonu ders çalışmaya pek bir hevesli olabilirim:)

Bu gece Ayşegül'lerle Itırların evinde buluşacağız ki bu beni 1 haftayı aşkın süredir motive etti. Sürekli kahkaha atılan ortamda aramıza yeni katılan Doruk ile geçirilen bir gece olacak. Dün marul, roka ve bir parça radika yıkadım bugünün salatası hazır olsun diye.Brokolimi haşladım. Sonra almışım elime 1,5 kiloluk bir rostoluk dana etini 3 eşit parçaya ayırdıktan sonra farklı amaçlar için ub parçaarı şekillendirme işlemine giriştim. Kasaplık çok ilgimi çeken bir meslek olmaya başladı. Et ile uğraşmayı o kadar seviyorum ki: Kes- biç, yağ temizle, döv, yağla, haşla, ızgarası, tavada sotesi, şööle vokta alevli alevli çevirmesi...bak ağzımın suyu aktı.

Yeni yıldan bişiler isteyen histerik konuma düşeyim mi okur? hadi düşeyim;
1) Sağlık istiyorum zira bu sene biraz tökezler gibi olduk, hayatın raylarına zor oturduk geri:)
2) Ondan sonracıma, alnımın akıyla yüksek lisans tezimi teslim etmek istiyorum, sunuştan çıkarken de aferim denmesini istiyorum tekrar. Bitirme projemde en son duymuştum bunu, tekrar duymak hoş olurdu doğrusu...
3) Tüm sevdiklerimin de sağlıkları iyi olsun ki (baak bencilliğe bak) hepbirlikte mutlu mesut geçinip duralım...
4) Likidetinin aileme doğru yönlenmesini istiyorum:) ( e herkez isterken protest olmaya niyetim yok, ben de isteyeyim:)

Annemle babam geldi, tam da brokoli haşlanma kokusuna:) babam da bayılır ya pek bir:) Ne yapalım, kızcağızını görmek için katlandı acık:)
özlemişim kerataları da haa...pek sarmaşamadım ama yeni nezleden kalktıkları için, neyse haftaya artık...

şimdilik ben kaçıyorum sevgili okur, iki üç son dakka golünü kurtarayım...
umarım sizin de yeni yıldan dilkeleriniz yerine gelir... ama insanoğlu hep daha fazlasını ister ve yine mutsuz olacak bişi bulur değil mi?
öpücükler,

7 Aralık 2009 Pazartesi

aralık'ın ilk haftası da geldi beee....

nasıl oldu diye sorma sevgili okur,
vallahi geldi, inanmazsan bilgisayar ekranının sağ altaki saat kısmına tıkla ve takvime bak. İŞTE!!! kocaman yazıyor orada, soğuk gerçekliğiyle karşında.

Beceriksizliğimin son daniskası da aşikar oldu, tezim Aralık 25'e yetişmeye çook uzak. Hatta bu tanım çok yumuşak kaçtı. BİTMİYOR!!! işte bunu kabullenince ooohhh bir rahatlık çökmüş efendime söyliyim...ooh bir rahat...
neyse, bitince elimde olacak çalışma beni daha tatmin eder, daha güzel bir sonuç ortaya koyabilirim böylece gibi minik telkinlerle atlattığım bu başarısızlık sonrasında çalışmayı bıraktım mı? hayır, inatla yazmak için inatla okuyorum. En azından maksimumu yapayım, mayıstan ne kadar önce biterse o kadar çabuk üstümden kalkar bu yük, kafamı kurcalamayı bırakır bu konu diye düşünüyorum.

Burada yağmur ara sıra kendini gösterdi. Karşıyaka'da yağmur evdeysen çizgi film, internet, makale, müzik eşliğinde güzel ama dışarıdaysan çamurdan kaçmak kafayı bayağı yoruyor. aklıma hep başı boş evsiz köpekler geliyor, yağmurda nereye sığınırlar?Ya evsizler? İşte o yüzden çok da sevmem yağmuru şehirde. Gitsin dağa bayıra, tarlaya çayıra yağsın. Küçüklüğümden beri de bu düşünceyi savunurum.şwhirde dert yaratmaktan başka hiç bir işe yaramaz. Yok logarlar taşar, yok kaldırımdaki taşlar oynar, hangisine bassan öbür bacağına çamur atlar, araba geçer, seni yıkar. Velhasıl derttir dert...

Eve gelir gelmez ayağıma ev botumu geçirmişim, yemeğe koşup yemiş bitirmişiz... Diziye kadar bilgisayarda okuyacaklarımız okuyup yazacaklarımızı yazmışız, sonra da botlar çıkarmadan şööle uzatıveriyorsun bacakları, bu ne rahatlıkmış be arkadaş..ayak üşüdü, bileklerden soğuk geldi derdi bitmiştir!!! herkese tavsiye olunur. Uyurken çıkarmayı unutacağım, o kadar yani...

neyse ben yine işime döneyim sevgili okur, ya modelleme ya okuma ikisi birbirinden dürdane ama ben seçmek zorundayım...

görüşmek üzere, sevgilerle kalıınnn....

23 Kasım 2009 Pazartesi

adaçayı, peynirli tost yarısı - deliye her gün bayram tatili

okuyucular,
(eğer oradaysan:), şu anda elimdeki ikili ile başlık koydum, ucuna doğru tatil başlayacak hoş bir haftanın pazartesi günü, önümde yarım dilimden tost, ve halis muhlis otları sıcak suya batırmak suretiyle oluşturulan adaçayı mevcut. ikisini kucaklayarak yazıyorum işte.
baktım ki 19 gündür yazmıyorum, ve hayatımdaki çok önemli bir gelişmeden hepinizi haberdar edeyim dedim:)

bu tezin biteceği yok arkadaşlar, ben de kasmamaya karar verdim:) çevremden gelen "biterse biter, bitmezse mayısa" şeklinde gittikçe yoğunlaşan argümana kulak verdim ve bir rahatlık çöktü ruhuma. Ha ama hardiskimi yine yanımda taşıyorum heryerlere, olur da yazma aşkı gelir oturur içime, elim boş kalmasın diye... Böyle bir gelişme de çok olmadı açıkçası:) neyse alan çalışmasının Limontepe ve Özgür mahalleleri etabını hayırlsıyla ve son derece verimli bir şekilde atlattım. Bulguları yazıya "döktüm döküyorum" aşamasındayım:)

bu gece sonraki geceler ve tüm beyram seyran geceleri boyunca çalışsam yetişmez mi?? uff bu işin bir bilg programı olsa da günleri girsen durumu girsen sana yol haritası (günümüzün popüler kelimelerinden - ben de cümlede kullanayım dedim:) çıkarıverse, olur olmaz, olursa ancak böyle böyle olur diye... böyle bir program var da ben mi bilmiyorum?

hoşçakal sevgili okur,
öperler(ama uzaktan, malum grip vb...)

4 Kasım 2009 Çarşamba

yazmak olmadı, çizmek olsun

Sevgili okur,
ancak kendi dilimde son derece informal biçimde buraya yazabiliyorum. Yazamadığım için CorelDraw açtım çiziyorum. Yanında Cesario Evora ve karanfil-tarçın çayı çok iyi gidiyor. her yazana çizene yavsiye edilir.

Bugün evbotlarım geldi internet alışverişimden. Ev botu nedir? internette bkz. twigy.bizzat bayıldım, geldiğim gibi eve geçirdim ayağıma, sıcacık oturuyorum. Tanrı her üşüyene bir ısıtıcı versin. Şahsen soğuk karşıtı bir insanım. Hani az cahil de olsam küresel ısınmayı destekleyebilirim, o derece...üşüyorum kışları,hele sabah soğuk soğuk uyanmak ve yataktan sıcacıkken çıkmak zorunda olup, soğuk şeyler giymek zorunda olmak...ıyyghhh...
brezilyada, ekvatorda tasarımcı aramıyorlar mı acaba?

Cesario da sıcak havaları hatırlatır bana, çok sıcak değil ama, hafif meltemli havaları, deniz kokusunu, serin tabanlı çıplak ayakları, parmak arası terliği, dalga sesini...neyse çok özlem dolu oldu...ben kaçars diyim bu akşam bari en azından birşeyi ilerleteyim.

haydi görüşürüz canlar...

29 Ekim 2009 Perşembe

hayat çok garip vesselam...

Sevgili okur,
geçen hafta sonu ölüm haberiyle üzüntüye boğulan Can, 2,5 saat önce canım arkadaşım Itır'ın doğum haberiyle yerlere göklere sığamaz hale geldi. Hayat çok garip değil mi diye düşünüyor insan... Zihin, duygular ne çabuk ayak uyduruyor yaşamın hızına, bulunulan ortama adaptif olma yeteneği bir anlamda mental açıdan hayatta kalma çabası bu. Hayatın adil olmayan düzenine karşı koyabilmek için insanın farkında olmadan içinde olduğumuz büyük bir çaba.

Geçen pazar hep aklıma "yağ satarım, bal satarım, ustam ölmüş, ben satarım" şarkısı geldi. Çocuk yaşta hiç bir anlamı olmayan,ezbere okunan bu saçma satırların şimdi iç burkan bir tekerlemeye dönüşümü garibime gitmişti.

Sultancım sağolsun, bana müthiş haberi verdiğinde de havalimanında İstanbul uçağına bimek üzere telefonumu kapatmak üzereydim. Bir çığlık atmışım ki tüm sıra dönüp bana baktı. Karşılıklı uçtuk havalara resmen...ayaklar uçağagitti ama içim geri geri gidiyordu... Umarım minik bebek Doruk ailesini hayatı boyunca bugnükü gibi çok mutlu eder, doğumgününü bayrama getiren kerata...

Yarın hocamla görüşmem var,şimdi son halini bir okuyayım bakalım tezin, sonumuz hayrola...

mutlu ve uzun cumhuriyet yılları sevgili okur...

25 Ekim 2009 Pazar

kifayetsiz muhteris

Sevgili okur,

Bugün kafam bayağı bir bozuk. Dün kemeraltı gezimiz esnasında sevgili ustam Türkiz Çam'ın Mayıs'da vefat ettiğini, öğrendim. Önce iş yerinin kepenklerini inik görünce "eyvah" dedim. Kriz mi vurdu? Sonra iyimser düşünüp acaba en son 5-6 ay önce kalfalarından öğrendiğim Alsancak'da açmış olduğunu yerine mi taşındı tamamen diye içimden geçirdim. Ancak karşı komşusu bana hayatın o kadar iyimser olamayacağını hatırlatan kötü haberi verince resmen allak bullak oldum.

Annemle dumurdan dumura koşarken kendimi tutamayıp kemeraltının kuyumcular çarşısında zırlamaya başladım. Bu kadar yaratıcı, sevgi dolu, eğitici, şefkatli ve tatlı bir insan bir kaç dakikada oyunda yenik konuma düşsün inanılacak şey değil.bu sayfanın sağ alttaki D harfini yapmama emeği geçen tatlı hocamı asla unutmayacağım. Bana yaptığı broşu hemen gözümün önüne çıkardım. Pazartesi kendi kendime onu anacağım.

Neyse, aslında bugün bahsetmek istediğim "kifayetsiz muhteris" varlığıydı. geçen cuma göndermek isteyip beceremediğim için bugüne kaldı da denebilir. Aşağıdaki yazıyı dikkatle okursanız, çevremizde ne kadar çok bulunduklarını hayretle göreceksiniz. Ve bunu okuduğumuzda arkadaşlarımla aklıma "üşenmeyip bu tür deyimlerimizi biraz araştırsak bir nobel de biz patlatabiliriz belki" gibi bir yorum geldi:) ne tembeliz...

"New York Stern School of Business’te görevli psikologlar Justin Kruger ve David Dunning’in tarihe geçmelerine vesile olan bulguları, yani Dunning-Kruger Etkisi adıyla literatüre geçecek olan teorileri de, Türk sağduyusunun yüzyıllardır "cahil cesareti" dediği şeydir aslında.

Journal of Personality and Social Psychology’nin Aralık-99 sayısında yayımlanan teorileri özetle, "cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır" der.
Metin çözme, araç kullanma, tenis oynama gibi çeşitli alanlarda yapılan araştırmaların sonucunda şu bulgulara ulaşılmıştır:
-Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
-Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
-Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
-Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.

Değerlendirme zaafı
İki uzman daha sonra, bu teorilerini test etme fırsatı da buldular. Cornell Üniversitesi’nden 45 öğrenciye bir test yaptılar, çeşitli sorular sordular. Ardından öğrencilerden "testin sonucunda ne kadar başarılı olacaklarını tahmin etmelerini" istediler.
En başarısızların (yani sadece yüzde 10 ve daha az doğru cevap verenlerin), testin yüzde 60’ına doğru cevap verdiklerine, ayrıca iyi günlerinde olsalar yüzde 70’e ulaşabileceklerine inandıkları ortaya çıktı.
En iyilerin (yani en az yüzde 90 doğru sonuç alanların) en alçakgönüllü denekler olduğu (soruların yüzde 70’ine doğru cevap verdiklerini düşündükleri) görüldü. (Not: Dunning ve Kruger bu çalışmalarıyla 2000 yılında Nobel de kazandılar.)
İki uzman psikolog bu bilinçsizliği, "kronik kendi kendini değerlendirme (auto-evaluation) yeteneksizliğine" bağlıyorlar. Çalışan, kendi kapasitesini değerlendirmekten ve eksikliğini teşhis etmekten acizdir. Ama asıl vahim olan, bu "yetersizlik + haddini bilmeme" kokteylinin, mesleki açıdan, karşı koyulmaz bir itici güç oluşturması. Kariyer açısından bir eksiyken, artıya dönüşmesi.
İşinde çok iyi olduğuna yürekten inanan "yetersiz", kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymayacaktır. Aksine bunu bir "hak" olarak görecektir. "Uyanıklık" bilecektir.
Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar ise çalışma hayatında "fazla alçakgönüllü" davranarak kendilerine haksızlık edecekler, öne çıkmayacaklar, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmayacaklar, kıymetlerinin bilinmesini bekleyecekler (ve bilinmeyince için için kırılacaklar ve kendilerini daha da geriye çekecekler) ve muhtemelen üstleri tarafından "ihtiras eksikliği" ile suçlanacaklardır. Üstleri de zaten, genelde "aynı yoldan geçmiş" insanlardır.

Buna, insan kaynaklarının, iki benzer CV arasından, "kendine güvenen ve iyi sonuç alma olasılığı yüksek" adayı tercih edeceği gerçeğini de eklerseniz, Dunning-Kruger Sendromu’nun Peter Prensibi’nin (*) yatağını yaptığı da ortaya çıkar.
Sonuçta, "kifayetsiz muhterisler" her zaman ve her yerde daha hızlı yükselecekler ve daha yukarılara çıkacaklardır. Etrafınıza bir bakın, uzmanlara hak vereceksiniz.

Kifayetsiz muhterisi nasıl tanırsınız?
1- Gücünü delegasyon bahanesinden alır. Ekibinin orkestra şefi havalarına girer.
2- Çok gürültü patırtı eder, çok şey yapıyormuş havası estirir.
3- Koridorlarda hızlı hızlı, düşünceli edayla yürür.
4- "Beşer şaşar" diye düşünür. Ama genellikle şaşan beşer başkası değil, kendisidir.
5- Ne olursa olsun, hazırlıklıymış, olacakları önceden biliyormuş gibi davranır.
6- Üstlerine karşı son derece kibardır; altındakilere (özellikle de en çok ihtiyaç duyduklarına) kötü muamele eder.
7- İktidar ilişkileri ve göstergeleri onun için çok önemlidir. Astlarına kimin üst olduğunu hatırlatmayı sever.
8- İlk denemede başarılı olamazsa, başarısızlığının belgelerini yok etmeyi unutmaz.
9- Talimatlarını post-it ile, e-postayla verir böylece astlarıyla yüzleşmekten kaçar.10- Toplantılarda son sözü mutlaka o söyler, gerekirse başkasının sözünü tekrarlamak pahasına."

Vay vay vayyy...kifayetsiz muhterizler ne kadar da çokmuş değil mi???

haydi sevgili okur, görüşmek üzere...

21 Ekim 2009 Çarşamba

Açım, çok açım

"aç değilim, açıkda değilim" sevgili okur,
ama bu karnımın iş yerinden çıkmama 15 dk kala guruldamasını engellemiyor. Umarım eşim erken gideceği için bugün eve salatayı hazır edebilir:) hayallerinle vardın demiş karakterin biri, ben de bu basit hayale sığınıyorum şu anda, ne kadar alçaltırsan çıtayı o kadar kolay mutlu olabilir misin acaba? Bu saat ve açlık derecesi için çok mu edebi oldu acaba?

Boş bulduğum bir zaman "kifayetsiz muhteris" karakterini çevremde ne kadar çok olduğuyla ilgili iki çift kelam edeyim istiyorum. Konunun derinliği muhtemelen zamanımı çok harcayacak korkuyorum ama bu dürtü gittikçe güçlenmeye başladı...gittikçe çoğalıyorlar..hatta bir film repliği olacak belki ama " heryerdeler, öleceğiz!!!" diye paniklemekten korkuyorum:) size şimdilik ön çalışma metni bırakıyorum:
kifayetsiz muhteris nedir? nasıl teşhis edilir:) bir sonraki yazıda bunu yazacağım

iyi akşamlar sevgili okur...

17 Ekim 2009 Cumartesi

başı kesik tavuk gibi dönenip durmak

Merhaba,
Ekim ortası oldu, tezimde yazmam gereken şeyler düşündükçe artıyor, birikiyor ve ben yazdıkça bir adım ilerlemişim gibi oluyor. Bunun sonunda ne oluyor? moral bozukluğu ve muz kabuğu...30 ekimde danışmanımı göreceğim için kendimi azıcık sıkılayabiliyorum. Çünkü deadline ne kadar uzaksa o kadar dağılıyor ilgim.

Geçen gece amaaann yetişemezse de yetişmez dediğimi duydum içten içe...lisans öğrencisiyken böyle birşeyi düşünmem söz konusu değildi. ama sanırım yıllar çalışma azmini gittikçe köreltebiliyor. Özellikle çalışsan da çalışmasan da "çalışır gözüküp çalışmayanla" bir tutulabildiğin dünyada ne kadar çok bulunursan bu kötü deneyimler insanı hep moral olarak yontup şekillendiriyor.

Şimdi kendimi verip azıcık toparlasam bişicikler...

Herkeslere akıl birliği, dikkat bütünlüğü diliyorum...

8 Eylül 2009 Salı

yağmurlu bir gündü, tıpkı bugün gibi...

merhabalar,
1 eylül sabahı saat 4'de istanbula doğru uçmaya başladım. Atatürk havalimanında yerlerde yatanları, daha muhtemelen yarım günden fazla yolculuğu olan uzak doğuluları görüp halime küfretmekten vazgeçerek 3,5 saat dolandıktan sonra Berlin'e doğru havalandık.

ilk 20 dk bayağı sarsıcı geçti ve kaptanımızın bizi uyarmaması asıl işin kıllandırıcı yanıydı. Fakat ha bitti de bitti derken gerçekten bitti ve bu yazıları yazabildiğime göre hala yaşıyorum:) Bu uçak kazası raporlarını izlemeden önce böyle hissetmezdim hatta fazla korkusuzdum. fakat artık her sarsıntıyı sayıyorum, ne kadar sürdü, kaç defa oldu felan feşman...

Neyse, ne yaptın oraladarda derseniz; naçizane firmamızın eyılda en çok önemsediği IFA fuarı vardı. Ben de ürünlerin doğru etiketleriyle, doğru yerinde olup lmadığını kontrol, son anda standa fuar alanı dışından ne gerekiyorsa onları bulup alıp gelmek, getirip götürmek, dizip, silip süpürmek gibi işlerim oluyor. Elimden geldiğince heşeye dal olup boş oturamamaya çalışıyorum. Fuardan önceki son gün çıkışa kadar sandalye olmuyor ortalıkta ve dolayısıyla full time ayakta kalınıyor. Fuar açılınca da ikinci görevim olan diğer tüm firmaların ürünlerini anlayıp, gelemeyen arkadaşlarıma anlatmak için yapabildiğimin en iyi şekliyle fotoğraflamak için tüm fuarı bir kaç kere arşınlamak başlıyor. O işi de alnımızın akıyla yaptık:) Pazar gecesi 22 gibi İstanbul'a indik, bu sefer fazla tedbirli kaptanımız ikaz işaretii yakıp, sallanacağız dedi ama bir yudum sallanmadık. Bu sefer de haybeye korkutuldum:) Ama bu sefer çok değil, yemekte ben de olası sarsıntılar için önlemimi alıp beyz şarabımı içmiştim:) İstanbul'dan izmir'e dönüşümüz sorunsuz ama uçak saati itibariyle o kada rgeçti ki ancak 1:30da evde olduk ve eşyalarımı yerleştirip pazartesi işe gidebilecek bir insanevladı olarak 2:30da koyabildim başımı yastığa...Ertesi gün malum zombiyi oynadım...ya da "yaşayan ölülerin dönüşü"...

Bu fuardaki yürümeler esnasında ayak parmaklarımın bir kaçı şekil değiştirip prizmatik bir hal almıştı. Her gün farklı spor ayakkabı giymeme rağmen su toplayarak diğer parmaklarımın altına sıkışmaya başladılar. Dolayısıyla hala ayak ve bel ağrılarım sürüyor. Bu haftasonuna doğru ancak geçer.

Bugün İzmir'de olanlar bilirler, burayı da pek çok ilimiz gibi sel götürdü. Ben de "kışlıkları çıkarmayacağım, ervise gecikirim" diyerek sandaletle bu sağnağa yakalananlardan oldum. Girne caddesinde sadece karşıdan karşıya geçmem, burnumdan ve saçlarımdan şıp şıp su damlaması ve tek kuru yerimin iç çamaşırlarım kalması için yetti.Bilenler sağnağın boyutunu anlar.

Annemlere attım kendimi, bahanecek orada çorbamı da içtim..ooh sefam oldu. Kocacım da kendini mesai servisinden kendini yerde fıstık'a atmış, o orda demlenirken ben de annemlerde dinlendim. yağmur azalınca ikimiz de şehrin yorgun savaşçıları olarak evimizde buluşabildik.

hadi ben artık asıl yazmam gereken şeylere döneyim, bu kaçamak bugünlük bu kadar...

sevgiler,

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Neden yazamıyorum? Çünkü...

sevgili okuyucu,
aklımda fikrimde nasıl olur da tezimi yetiştiririm düşüncesi var. Buna rağmen ancak trişkadan bir giriş yazabildim.
Psikolojik nedenlerle konuyla ilgili okumaya başlayınca uykum geliyor, ama televizyonda aynı anda jackie chen filmi başlasa uykum açılıyor. Yani 5 mtlik koridorda uykum bir gelip bir gidiyor. Psikolojimizin fizyolojimiz üzerinde ne derin etkisi olduğu ortada...

Bu iç huzursuzluğu sebebiyle, bloga bişiler yazmak için arayı açtıkça açıyorum, neyse ki annem dehşetengiz hafızasıyla hastane anılarımızı anlatırken bana hatırlamamda yardımcı olur. Zira kendisi 40 yıldır göremedği İstanbul'a tam gitmişti ki kızı hastaneye yattı, o da bir haftalık gezisinin orta yerinde apar topar geri döndü. nereye? Hastane odasına kızıyla 1 ay boyunca tıkılmaya...Annelik, ne menem bir duygu işte:)

Velhasıl kelam(ben bu lafı çok seviyorum, rahmetli Mehmet dedem söylerdi, sanırım ilk kez ondan duymuştum arkadaşlarıyla bezik oynarken, ya da attım yine, neyse:), ben şimdi tezim için bişiler okumaya devam edeyim. Hastanede yatarken fotoğraf çekilen nadir ırkan olduğumdan fotolarımla birlikte beni bekleyin anacıımmm....

29 Temmuz 2009 Çarşamba

döndüm, zaten buralardaydım...

merhabalar,
uzun bir aradan sonra tekrar yazacağım tuttu. Aslında marttan beri "ha bugün, de yarın" derken tekrar 1 yıl geçmesin aradan diye aklıma geleni döküyorum. Hem de beni kim okur, okursa sıkılır mı diye düşünmeden.
Aklıma gelen kelimeleri düzgünce sıralamakla ve anlam bütünlüğü içerip içermediğini kotrolle zaman harcarken, kendimi bazen çok sıktığımı ve yazmaktan soğuttuğumu fark ettim.
Bundan sonra biraz yazmaya alışma dönemi olacak.
"Ne demek istiyor buncağız?" derseniz, kuvvetle ihtimal haklısınız...baktım bu süreç uzuyor, yazılara o zaman çeki düzen vermeye çalışacağız artık. "YAZI" diyerek abartılı bir bekleyiş içine de sokmayayım sizleri, okuma bittiğinde kafada "friday I'm in love" sonrası bir mutlu heyecan bulabileceğiniz yazıların oranı çok yüksek olmayabilir.
"Nereden biliyorsun şimdiden ne düşüneceğini" derseniz, tabii ki tamamen varsayımsal, bugünkü ruh durumuma bağlı olarak öngörüde bulunuyorum. Umarım bu sayfayı mutlu, umutlu, bazen yeni şeyler duymuş hatta merak etmiş olarak terk edeceğiniz satırlar bulabilirsiniz.

23 Mayıs 2009 Cumartesi

güvercinlerimiz var burada....

Merhaba okuyucu,

Bu seferki yazıda güvercinlerimizin yanında biraz spesifik detayları da yazacağım. Zaten bloguma yıllar sonra tekrar yazmaya başlamamın ana sebebi benim gibi durumda olanlara belki yardımım olur düşüncesiydi... Ben hastanedeyken "cornual pregnancy", "kornual gebelik" gibi pek çok kelime aratarak, çıkan makaleleri ve forumlardaki yazıları okuyarak, zamanımı kendim için bilgi toplayarak değerlendirmeye vermiştim. Açıkçası zaman bolluğundan da diyebilirsiniz ama iyi ki de yapmışım çünkü çok rahatlıyordum...Bu okuduklarımı doktoruma sorup, doğrusunu öğrendiğim için şimdi önümü çok da rahat görüyorum. "Cehalet korkutur", benim mottom bu, inanıyorsan aşağıdaki bilgiler işine yarayabilir:)

İlk gün operasyondan hemen sonra 75mg methotrexate (MTX) aldıktan sonra BHCG ve progestron düşüşünü beklemeye başladık. Çünkü bu değerler vücudumun artık hamileliğin durduğunu anlayıp, normal düzenine ulaştığının göstergeleri. Vücut normale dönünce de rahimden yumurtanın atılmasıyla normal döngüme geri dönebilcektim. Bu da sağlığa kavuşmak ve eve gitmek anlamına geliyor:)

tüm değerleri tablo halinde versem sanırım kandaki değerlerin düşüşlerinin zamana bağımlılığı daha iyi algılanacak:

16.02.09 BTHCG: 52715 Prog: 6 (buna emin değilim açıkçası - bana biraz düşük geldi şimdi bakınca)
20.02.09 BTHCG: 45645 Prog: 11.21
23.02.09 BTHCG: 38618 Prog: 18.82
27.02.09 BTHCG: 31553 Prog: 16.06
03.03.09 BTHCG: 18992 Prog: -
09.03.09 BTHCG: 8411 Prog: 8.46


İşte buradan Mart'a kadar geldiğimiz de anladık. Aradan 1 ay geçti ve annemle hastanede artık kuş besler olduk. Önce ayılamadık, her kahvaltıda ve yemeklerde verilen çeyrek ekmek parçaları birikti birikti, acık eve gönderdik babamla ama ben bir süre sonra öğle ve akşam yemeklerinde almamaya başladım. Asıl sorun sabah kalvaltısında verilen kocaman ekmeklerdi ve poşette kapıdan direkt bırakılıyorladı, geri veremiyordunuz. Biz de koridormuzdan bir başka hasta bayanın bizi "aymasıyla" her sabah penceremizin önüne gelip gün boyu bizi ziyareti eksik etmeyen güvercinlerimizi beslemeye başladık. Artık son haftaya doğru o kadar alıştık birbirimize güvercinler bize fazla güvenir olmuşlardı:) resimden de belli...




Bu da onlardan başka bir resim:)

Bu arada kayınvalidemler Belçika'dan döndükleri gibi yanıma koştular. Bizden çok daha fazla torun istediklerinden benden daha çok üzülmüştü, ben de onun üzüldüğüne üzüldüm:) Yazık, ben eve geçmeden köye,kendi evine doğru dürüst gidemedi, helak oldu. Halamla hergün gelmeye çalıştılar...


Velhasıl, sabah visiti geçirdikten sonra günlük rutinimiz içinde çok iyiydik...Hatta bazı akşamlar domino's ya da pizza pizza'dan sipariş verdik. Aslında geceler keyifli bile oluyor:) bir zamandır da film izliyorduk. TNT kanalının belli saatler ve günlerdeki dizilerine alıştık. Yemekteyiz programının kavga etmeyen bir grubu olursa, ya da en azından yemek hazırlama kısmını izliyorduk. Kendimizi eğleyecek bir şeyler buluyorduk kısacası... Ne zaman çıkacağım belli olmadığı için (vücudun kendi kendine yumurtayı atmasını bekliyorduk) yapılması gerekenleri yapıp, gerisine eğlencelik işler buluyorduk. Doktorumuza kendi durumumla ilgili sabah visitlerinde verdiğim detaylı raporlamalarda çok ilgi görüyordu:) Yukarıdaki tabloyu çıkardığımızı söylediğimizde çok mutlu olup, odadaki tüm uzman doktor ve doktor adayı internlere göstermişti:) Makale yazılacak kadar nadir görülen ve kendine özgü bir durumda olduğum için her sabah meraklı gözlerle doktorlarım gelişme bekliyordu ama 30 gün birbirimize baktık, yavaş ilerleyen bir süreçmiş meğerse...

Annem yazık bana bakmak durumunda kaldığı için kendisi de hapsoldu odaya 1 ay, ama hep eğlenecek bişi bulabildik. Babam tabi sadece beni belli sürelerde görünce ve ilk başlarda çok ateşlenip yataktan kalkamayınca bayağı üzüldü. Benden daha ince ruhlu naapsın, hiiiç sevmez öyle hastane, doktor işlerini bildim bileli...

bu seferlik bu kadar. Bir sonraki yazıda hastane meselesini kapatalım mı??

hoşçakalın...

17 Mayıs 2009 Pazar

hastane odasındayız...

Merhaba okur,
şimdi benim hastaneye ilk yatışım olduğu için bir ürperme, hafif ayakların ters ters gidişi, bunların hepsinin üstüne sürekli doktorları, hemşireleri inceleyen gözlerimi asıl önüe bakmaya bile yönlendirememem...garip bir karmaşadaydım açıkçası. sorulan soruları yanıtlayorum, nereye ne yazdıklarını kontrol ediyorum, hemen herşeyi yine kontrol altında tuutmaya çalışan içgüdüler accaip çalışıyor...kaderi de kontrol edemeyince içine düşünülen sinirli durumda son çırpınışlar...
16 Şubat akşamı yatış gerçekleşti. Ben odama yollanıyorum, amma velakin yanımda geleceğini zannettiğim kocamın "kadın hastalıkları bölümüne erkeklerin girmesi görüş saatleri dışında yasak" olduğu için içeri alınmayacağını öğreniyoruz. elimde içinde ikimizin eşofmanlarının olduğu çantayla saftirik gibi kalıyor muyum aval aval bunu söyleyince...
"böyle bişi var mı yaa!!!, hangi devirdeyiz yaaa? bu şehirde başka akrabası olmayan naapsın?" gibi gibi giydirmeye başlıyorum ben...işin başındayız ya, toyuz, o nedenle..
Sevgili annem ve babam hayatlarının ilk İstanul gezisini haftalar öncesinden ayarlamış ve ancak başlamışken bu abuk haber ile koşturaraktan yola düşmüşler meğerse...Bundan habersiz, sağolsun, Halam evinden apar topar koşmuştu refakatime. Yanımdaki yatak bozması koltuk (geceleri tam tersi geçerli oluyor = koltuk bozması yatak) üstünü kendine yer edinip, yatağımın yanına oturmuştu. televizyonda nerede ne çekiyor onu anlamış, kendimize uyan bişiler başlasın diye bekliyoruz. Artık gece 9 mu 10 mu, annemler bulabildikleri ilk uçağa atlayıp gelip yanıma yettiler:) halama verdiğimiz kısa süreli rahatsızlıktan ötürü burdan özür diliyoruz:) zira göreceğiz ki işin sadece başıymış bu...

Annem sanki koltuk çok rahatmış gibi yatıverdi gece puf diye. Accaip bişi işte annelik, kelime yok. Halam da bir anne ve aklı gidiyor işte böyle bişi duyunca insanın, zart diye koşuyor, gık çıkartmadan...

İlk haftam paso kontrol, paso in aşağı ultrasona, kan odasına kan ver, çık yukarı şeklinde geçti. Bunda pek bir enteresanlık yok, sadece kontrollerde mini operasyonun başarıya ulaştığını ve fetusun canlılığının durdurulabildiğini görünce doktorlar rahat bir oh çekip "bekleme kısmına geçiyoruz" dediler demesine ammaa... ne kadar? nereye kadar? bilen yok ,telaffuz eden yok...Her odaya gelen ve tansiyon ölçüp ilaç takıp çıkaran hemşireden bir "geçmiş olsun, rahatsızlığınız?" sorusuna cornual gebelik diyince gözlerin faltaşı gibi açılması dışında alışıyoruz buraya...Hayırlısı...

Haftanın sonuna doğru benim ateşten fleğim şaştı. Kanımda 0.05 ve altında olması gereken bir arıza durumunda artışa ateşten bile önce geçen bir çeşit protein değeri çlçülüyor ve bende garip çift haneli rakkamlar çıkıyor, millet de bunu görüp yüksek ateş nedeniyle antibiyotik dayandı. Gelen giden ilacın haddi hesabı yok. Hapı ayrı, damardan ayrı, ama benim ateşte bir düşüş yok. Bir 3-4 gün sarsıldım...Kuyruğun titretilmesi deyimi doğru olur sanırım:)

Cumartesiyi ettik ama nasıl ettik sen anneme sor. Kollarıma damar yollarının morluklarını alsın diye arap tutkalı gibi kokan bir solüsyon sürüp, paso soğuk kompress uygulamaktan başımda kadıncağız helak oldu. Ben kokuya dayanamadığım için garip solüsyonu çok etkili kullanamadık ama soğuk kompreslerle ve domuza versen uyuşturacak antibiyotik deposuyla haftasonuna toparladık.

şimdilik bu kadar, arkası yarın:)

9 Mayıs 2009 Cumartesi

mini aksiyon

merhaba okuyucu,
ilk yazıma yorum almadığıma göre çok da bir okuyucum olmadığını düşünüyorum ama yazmak güzel bir duygu:)beni ancak ben durdurabilirim değil mi?

Başıma gelen dış gebelik türünden de anlayacağımız üzere çok kısmetli bir insanım. Ayrıca o yazının sonunda belirttiğim gibi kendini bilen, "korkarım, içim kalkar, kafama takar dert edinirim" diyenler bu mini aksiyon yazmı es geçsin. Bunu yazmamdaki sebep benim gibi her türlü olayın her türlü detayını bilmeden içi rahat etmeyen , korkunun bilinmezliğin yarattığı bir duygu olduğunu kabul etmiş okuyucuların olabileceği olasılığıdır.

Erdoğan hemşire tarafından aksiyona hazırlandıktan sonra Dç.Dr Fuat bey ve yanında doktorum Nedim bey başta olmak üzere kalabalık ekip prenatal odaya geri döndüler. Uzun ince iğne özelliği olduğunu sonradan anladığım (olayın başında aletlere odaklanamamıştım:)haliyle aklım başka yerdeydi) metal çubuğu rahim boşluğuna batırdılar. "O kadar uzun çubuk boyu kadar acıtır" düşüncesi gayet yanlış bir önermeymiş, batınca anladım. Acıyan sadece üst deri tabakası çünkü acı hissini duymamızı saplayan sinirler iç organların çevresinde yok. "Bunu biliyoruz zaten" diyen okuyucuma; "evet ben de biliyorum ama batana kadar insanın aklına gelmiyor işte" diyeceğim:)


Uzun lafın kısası, Fuat bey'in ilk işi bir elinde ultrason bil elimde yarısı karnımda çubukla 7 haftalık fetusu siyah beyaz ekrana bakarak bulmak oldu. Bulmaya buldu da bir taraftan iğnenin ucuyla fetusun kayıp kaçmasını önlemek diğer taraftan iğneye potasyum klorür vermek daha da zor oldu. Çünkü rahim duvarını iki delik açıp girmişseniz o da ara ara kasılarak gereğince karşılk veriyor. Neyseki Fuat bey son derece becerikli ve inatçı bir şekilde iğnenin ucundan kasılmalarla ve (kendi tabiri ile) "rahmin oynak yapısı" gereği kayıp duran kan dokunun içindeki fetusu tutabildi ve işini son derece titiz bir şekilde 4-5 denemeden sonra yapabildi. Aksiyondan hemen sonra hiç hissetmediğim kadar zor bir acılı kasılma silsilesi başladı. En sonunda rahim bu kadar içinde oynamaya kontrakte oldu. İnsan sadece kas kasılmasının bu kadar acı vereceğine inanamıyor, iğnenin vücudumun dışında olduğunu göstermek zorunda kaldılar. Erdoğan hemşire de "doğum kasılmalarını anlamış oldun böylece" dedi ve bendeki doğum korkusunu yerine oturttu. Buradan kendilerine tekrar teşekkürü borç bilirim:)

İşlem belki toplamda 30 dakika ekrandan naklen yayın şeklinde sürdü ama sanırım dışarıda içeride neler olup bittiğini bilmeyen, yalnız başına bekleyen eşim için zaman çok daha yavaşlamış olabilir. Hemşirenin yardımıyla odanın dışındaki sandalyeye oturdum, karnımın ağrısından bembeyaz olmuşum ama ben farkında değilim. Eşimin bazı kağıtları imzalamak için doğumhane tarafına alındığında beni gördüğündeki ifadesinden yüzümün korkunçluğunu anladım.

Progestron vücut tarihinin zirvesinde, 10 dk öncesine kadar BHCG değerleri katlanarak artarken insanın gözleri doluyor. Özellikle hemen vurulması gereken metatraxhate iğnemi beklemek için alındığım yoğun bakım odasında karşımdaki yeni anneler kucağında bebeklerini severken, yaşadığım olayı "talih mi talihsizlik mi" şeklinde doğru değerlendirmek zor oluyor. Ancak günler ilerleyip hormonlarım normale düşünce bu durum (her ne kadar vaka şu anda bilimsel makaleye dönüştürülmüş olsa da) bayağı normal karşılanacak bir hal aldı. Aslında tek sinirlendiğimin planlarımın bozulması olduğunu kavradım, çünkü hayatta hiç hazzetmediğim durum planlarımın bozulması, düzensizlik ve belirsizlik halleridir.

Hep dediğim gibi, birini ağlatmak istiyorsan, progestron!!!! depola, bak cappy reklamına dahi ağlamıyor mu?

Evet okuyucu, yoğun bakım odasından çıkıp tıpış tıpış eve gittiğimi mi sandın?
Öğlen 13'den akşam 17'e kadar anlamsızca ilacımın gelmesini bekleyip ancak 18'de yatışım kesinleşince zorla "ben odama gideceğim" diyerek yoğun bakımdan çıkabildim. Hastaneye yatmamın sebebi, içimde hala cansız da olsa bir fetusun bulunması ve onu vücudun doğal olarak kendisinin atmasını beklemek...Bu bekleyiş ne kadar mı sürecek dersin? Bir sonraki yazıyı bekle, inanılmaz ama gerçek diyeceksin:)

Sevgiyle kalın.

30 Nisan 2009 Perşembe

kısmetliyim kısmetliiii

Okuyucuya merhaba,
Bu mailimle birlikte güzel başlayan dünyanın en doğal olgularından birinin enteresan bir biçimde gelişip aslında hiç de hazin olmayan (uzuuunnnca) bitişine giden sürecine tanık olacağız.

2009 Ocak'da hamile kaldığımı öğrendim ve planladığımız için eşimle bunu ortalama sayılabilecek bir sevinçle karşılayarak doktoruma (Prof. Nedim Karadadaş) kontrola gidip normal yaşantımıza devam ettik. Aslına bakarsanız, konu hakkında o kadar çok okudum ettim ki sağlıklı işleyen bünyelerde planlanınca olmayacak bir vukuat olmadığını zaten hep savunuyorum, ayrıca da bunu gördük, denedik, belki de ispatlamış olduk. (Benim ispatıma inanmayan dünya nüfusuna baksın, planlanan gebelikler oran olarak planlanmadan olanlardan hayli az olmasına rağmen nüfus gittikçe artıyor).

Henüz 5. haftasında olmam itibariyle sadece yeterince dikkatli oluyordum. Çok doğal olarak (ve aslında tüm doktorların önerdiği fakat pek çok kere gözlemlediğim hamile bayanların aksine) günlük hayatımda ne yapıyorsam aynısını yapıyordum. Çünkü bu bir hastalık değil. İçinde bulunduğum hafta ve yaşım itibariyle de tehlikeli bir grupta bulunmuyordum.

6. haftanın sonundaki (kalp atışını gözlemleyebilmemiz için 6. haftada tekrar doktorum çağırmıştı) kontrolümde fetuste herşeyin normal olduğunu ancak bulunduğu yer ile ilgili kendisinin şüpheleri olduğunu belirtti. Cuma akşamı 18:30'da özel muayenehanede olduğumuzdan ertesi pazartesi günü Ege Üniversitesi kadın doğum bölümüne gitmemi ve oradaki ultrasonlarla tekrar bakmak istediğini söyledi. Muayenehaneden çıkışta hormon seviyem olması gereken aralıktan uzak olmamasına rağmen hemen eczaneden pregesteron hapımı aldık ve sabah, öğlen, akşam ikişer tane olmak üzere almaya başladım.

Her çiftin içine düşeceği gibi az biraz karamsar bir ruh hali içinde 2 günümüzü geçirdik. Pazartesi sabahı hastaneye varıp (7 +2) ne olacaksa olacak, "yapılabilecek birşey yok, dolayısıyla üzülecek de birşey yok" mentalitisinde kalmaya çalışarak doktorumuzu bulduk, sıramızı aldık, doğumhane tarafındaki prenatal odasına eşimden ayrılarak girdim.

Doktorumun babacan ve şefkatli tavrı sayesinde çok gergin değildim fakat açıkçası hamileliğin bitişine de hazır değildim. "Kısmetten ötesi olmuyor" diye düşünerek yattım. Odada bulunan tüm tıp adamları doktorumun teşhisini onaylıyorlar ve bu kadar zor görülebilen bir durumu ayırt edebildiği için kutluyorlardı fakat aslında durum hasta için gayet negatif. Fetusun tutunduğu yer nedeniyle kornual gebelik (cornual pregnancy) tanısı kondu. ( Cornual gebeliğe daha sonra bilahare bir mailde geleceğim). Sırf tanıyla da kalmadık. Bulunduğu yer ve fetus çevresindeki kan doku yoğunlaşması ile (gelişimin yönü bu şekilde anlaşılıyordu) rahmin üst duvarının belli noktalarında kalınlık 4 mm'ye düştüğü için patlama tehlikesi vardı. Rahmin patlaması genellikle normal bir doğurganlığın sonu olarak görülebileceği için ve benim boyutlarımdaki bir insanda bu patlama nın sonucunda aşırı kanamadan şok durumuna girebileceğimden acilen gebeliğin sonlandırılması konuşulmaya başlandı. Karşımdaki ekranda uterusum ve içinde yanlış yere konaklayan fetus, ekranın altında profesörü, doçenti, doktorlar ve doktor adayları yanıbaşımda Erdoğan hemşire ( iri yarı, işbilir, sarışın, renkli gözlü tatlı bayan:).Nedim Hoca:
-"Kızım, bunun yerini görüyorsun, bizi de dinledin, durumunu anladın değil mi? Senin için büyük tehlike var, bundan sonra gebe kalmanı da riske sokabilecek duruma düşmeyelim, bunu sonlandıralım" deyip olası somut sonuçlar sıralanınca seçim yapılacak bir durum açıkçası kalmıyor. Beni ve eşimi tanımadıkları için diğer doçent Dr. Fuat Bey ve odadaki diğer doktor arkadaşlar (ileride göreceksiniz arkadaş olacağız:) ona da hemen haber verip rızasını alalım diye heyecanlandılar. Eşim o sırada doğumhane kapısında, içerideki durumdan bihaber kalabalıkta bekliyor. Doktorum " ben ona anlatırım, bunlar akıllı çocuklar, siz Can'ı hazırlayın operasyona" emrini verince Erdoğan hemşire beni ve ortamı mini-operasyona hazırlamaya girişti. O sırada doktorum dışarıya çıkıp olayın teşhisini ve olası sonuçlarını anlatıp içeri döndü.

Sevgili okuyucu, burada bu maili keseceğim, çünkü bir sonraki mailde ister istemez mini- operasyon detaylarını veriyor olabilirim ve zat-ı şahsına münhasır kişilik özellikleri nedeniyle etkilenebilirsin. istersen direkt bir sonraki mailden devam et...